• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/dilbilimciyamanarikan

Takvim
Site Haritası
Yaman Arıkan
info@yamanarikan.com
Din Meselesi 1
24/08/2014
Bugün, Türk Milleti'nin, en kısa zamanda esaslı bir çözüme kavuşturup doğru olarak rayına oturtması gereken bir çok ana meselesi bulunmaktadır. Bu meselelerin en başında gelenlerinden biri de "Din Meselesi"dir. Aslında, din meselesi, yeni ortaya çıkmış bir problem değildir. Bil'akis, son birkaç asırdır varolan bir problemdir. Ne var ki, son senelerde bu sahada kara cehâletin kol gezer olması, meseleyi büsbütün vahimleştirmiştir. Hâl bu iken, bu meselenin esaslı bir çözüme kavuşturulması ve din anlayışının doğru olarak rayına oturtulması hususunda ufukta en ufak bir çalışma emâresi de görülmemektedir. Halbuki bu meselenin halledilmiş olması, bir çok milli meselemizin halledilmesinde bir lokomotif vazifesini görecektir. Yeter ki, din, hakikati ve mâhiyeti ile doğru olarak zihinlere yerleştirilmiş ve ruhlara âb-ı hayât bahşetme fonksiyonunu yapar duruma getirilmiş olsun. 

Maal'esef bugün, bu ülkenin insanları, yüzyıllar boyu atalarını hamleden hamleye götüren ruhun, yâni İslâmiyetin hakikat ve mâhiyetini bilmekten yoksundurlar. Bu yüzden, mâddi-ma'nevi safahat ve perişanlıkları da günden güne artmaktadır. Onun için, Allah'ın dinini hakikati ve mâhiyeti ile, olduğu gibi bu millete tanıtmak, hizmetlerin en mukaddesi olacaktır. Burada en mühim nokta, dinin hakikat ve mâhiyetinin olduğu gibi tanıtılması, yâni "din anlayışı"nın, doğru olarak rayına oturtulması ve insanımızın ruhuna yerleştirilmesidir. Çünkü anlayış doğru ve isâbetli olmazsa, yaşayış ve tatbikat müsbet netice vermez. Meselenin daha açık bir şekilde anlaşılması için şu müşahhas misâllere bakalım: 

a) Savaşta veya herhangi bir mücadelede, hatâlı tâbiye ve strateji tatbik etmek, zafer ümitlerini ortadan kaldırır, hezimete sebep olur. Doğru tâbiye tatbik edilmesi halinde ise zafer ümitleri daimâ mevcuttur. 

b) Hastanın hastalığına yanlış teşhis konulması, iyileşme ve tedavi ümitlerini ortadan kaldırır. Doğru teşhis halinde ise, iyileşme ve tedavi ümitleri daima mevcuttur. 

Tıpkı bu misâllerdeki gibi, evvelemirde, dinin hakikat ve mâhiyeti de onun mensupları tarafından doğru olarak bilinmez ve anlaşılmazsa, din, yaşayış ve tatbikatta kendisinden beklenen semereyi vermez. Esâsen bu durumda, yaşanan ve tatbik edilen, dinin bizzât kendisi değildir. Bil'akis, onun mensupları tarafından, dini yaşayış ve tatbikat olarak oluşturulmuş bir takım "ruhsuz kaideler"dir. Pakistanlı şâir Muhammed İkbal'in, şu beytinde ifade etmek istediği husus da işte budur: 

İslâm bezât-ı höd nedâred eybi, 
Her eybi ki hest der muselmâniy-i mâst. 

Aslında müslümanlıkta bir kusur yoktur. Görülen kusur, bizim müslümanlığımızın kusurudur. 

Dinin muhâtabı insan olduğuna göre, işe önce insanı, insanın yapısını, cibilliyet ve hilkatindeki istidâtları tanımakla başlamak gerekir. Ancak insanın yapısı tanınıp dinin emir ve nehiyleri ondaki bir takım istidâtlarla karşılaştırıldıktan sonradır ki, dinin hakikat ve mâhiyeti doğru olarak anlaşılabilir. Bu nokta aydınlığa kavuşturulmadığı müddetçe ise, dini yaşayış ve tatbikat. tıpkı şimdilerde olduğu gibi; ruhsuz, heyecansız, vecdsiz ve cansız birer beden hareketi olmaktan öte geçemez. 

Biliyoruz ki, insanın yapısı, mâhiyetleri birbirinden tamâmen farklı iki ayrı unsurdan meydana gelmiştir. Bunlardan biri, el ile tutulup gözle görülebilen beden'dir. Yâni insanın yapısının mâddi-zâhiri kısmıdır. Diğeri de, el ile tutulamayan ve gözle görülemeyen, fakat varlığı bir gerçek olan ruh'dur.
 
İnsana ancak bu ikisi bir arada bulunduğu zaman insan denir. Ruhun ayrıldığı bir bedene ise artık insan denmez, "cesed" denir. Bununla berâber, insanı meydana getiren esas unsur ruh'tur. Beden ise, ruha bir müddet bineklik yapan bir vâsıtadan ibârettir. İnsan öldükten sonra bedenin "cesed" yâni cansız madde hâline gelmesi, buna mukabil, ruhun hayâtiyetini devam ettirmesi de, insanı teşkil eden esas unsurun ruh olduğunu gösterir. Beden ile ruh arasındaki bu münâsebeti, at ile binicisine, yâhut araba ile sürücüsüne (şoför) benzetebiliriz. Bu ikisinde hâkim unsur, binici ile sürücü (şoför)dür. At ile araba ise birer vasıtadan ibârettir, ve at süvârisinin irâdesine, araba da sürücüsünün irâdesine tâbi ve bağlıdır. 

Beden, gerçekte cansız bir maddedir. Ona her türlü fiil ve hareketi ruh verir. Ruh ise her hâl ü kârda; müsbet veya menfi, iyi veya kötü, faydalı veya zararlı, insani veya gayr-i insâni, güzel veya çirkin,... bir takım duygu, temâyül ve ihtirâslara sâhibdir. İşte bütün bu duygu, temâyül ve ihtirâslar beden vasıtasiyle (bilhâssa el ve dil ile) tezâhür eder, ortaya çıkar. Yâni ruh, her türlü duygu, temâyül ve ihtirâslarını bedeni kullanmak suretiyle ortaya döker. Buna göre; eğer bir kişinin ruhunda müsbet, güzel ve faydalı duygu, temâyül ve ihtirâslar mevcud ise o kişiden müsbet, güzel ve faydalı fiil ve hareketler zuhur edecekdir. Eğer ruhunda menfi, çirkin ve zararlı duygu, temâyül ve ihtirâslar mevcud ise ondan menfi, çirkin ve zararlı fiil ve hareketler zuhur edecekdir. Bütün bu izâhların neticesi ise şudur: 

- Beden, ruhun çeşitli duygu, temâyül ve ihtiraslarının tezâhür mahallidir. 

Şu halde insanda esas unsur ruhdur, beden değildir. Beden, ruhun emrinde bir vâsıtadan ibarettir. Onun içindir ki, bütün mesele ruhda düğümlenmektedir. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, dinin esas muhâtabı da ruhdur. Ne var ki, insana ancak ruh-beden ikilisi bir arada bulunduğu zaman insan denilebildiğinden, bu ikisi bir bütün hâlinde mütalâa edilir ve öyle ele alınır. Fakat insanda esas unsurun ruh olduğunu, bedenin ise ruhun emrinde bir kukladan ibâret kaldığını bilemeyenler, en ufak bir ruh terbiyesine yanaşmadıkları halde, ibâdet adı altında ha bre ruhsuz beden hareketleri yaparlar. Düşünmezler ki, ortada, menfi ve zararlı duygu, temâyül ve ihtirâslardan arındırılmamış bir ruh bulundukça bu beden hareketleri kişiyi Allah yolunda bir adım dahi ileri götürmez. Bunun böyle olduğu, âyetlerle hadislerde de açıkça belirtilmektedir. Meselâ namaz ile oruç üzerine söylenmiş şu iki hadis, dikkat çekicidir. 

- Nice namaz kılanlar vardır ki, namazlarından yanlarına yalnız yorgunluk kalır. 

- Nice oruç tutanlar vardır ki, yanlarına yalnız açlık ve susuzluk (aç ve susuz durmuş olmak) kalır. 

Ruha işlemeyen, ruhun güzel, müsbet ve faydalı duygu, temâyül ve ihtirâslarla bezenmesine en ufak bir yardımı dokunmayan namazlarla oruçlar elbette yorgunlukdan, aç ve susuz durmuş olmakdan, kısacası ruhsuz birer beden hareketinden ibâret kalacakdır. Burada, bir yanlış anlaşılmaya kapı aralanmaması için hemen ifâde edelim: 

Yalnız beden hareketlerinden ibâret kalan ibâdetlerle ruh terbiyesi yapılamayacağı gibi, Allah'ın emretmiş olduğu ibadetler olmadan da yine kâmil bir ruh terbiyesi mümkün değildir. Bu hususun daha iyi anlaşılabilmesi için şu basit misâle bir göz atalım: 

Her derdin, kendine mahsus bir devâsı vardır. Diğer bir ifâde ile, her hastalığın kendine mahsus bir ilâcı vardır. Bir de, her devânın veya her ilâcın, kendine mahsus bir tedâvi ve tatbik şekli bulunmaktadır. Herhangi bir hastalığın, kendine mahsus ilâcını kullanmayıp da bu hastalığın tedâvisi ile hiç alâkası bulunmayan şeylerle onu tedâvi etmeğe kalkışmak, en azından mânâsızlıkdır, faydasız şeylerle uğraşmakdır. Aynı şekilde, hastalığın tedâvisi için tatbik edilen ilâcı, tarifeye uygun olarak tatbik etmemek, yâni kullanılması gerektiği gibi kullanmamak da en azından mânâsızlıkdır, faydasız bir harekettir. 

Bu basit misalden sonra şimdi de şöyle düşünelim: 

Allah, kâinâtın yaratanı, sahibi ve mutlak mutasarrıfıdır. Biz kullarına da ruh terbiyesi hususunda bazı ilâçlar vermiş, bunların tarifeye uygun olarak tatbik edilmesini emretmiştir. Bizim, "ibâdet" olarak isimlendirdiğimiz namaz, oruç, zekât vs. aslında yine bizim ruh terbiyemiz için verilmiş birer devâdan ibârettir. Eğer ruhumuzu terbiye edip kemâle ermek istiyorsak bu ilâçları kullanmak, hem de ta'rifeye uygun olarak kullanmak mecburiyetindeyiz.
 
Onları ta'rifeye uygun olarak yerine getirmediğimiz takdirde ise, biraz önce kaydettiğimiz hadislerde de ifâde edildiği gibi, yanımıza ancak yorgunluk aç ve susuz durmuş olmak kalır. Bir de şu basit misâle bakalım: Şiddetle susamış birisi size gelse de, "Susadım. Susuzluğumu gidermek için ne yapayım?" dese, ne cevap verirsiniz? Elbette, "Ekmek ye!." demezsiniz. Zirâ bilirsiniz ki, susuzluğu ekmek gidermez. Susadığını söyleyen bu şahsa, bir başkası, susuzluğunu gidermesi için ekmek yemesini söylemiş olsa, ona bu tavsiyesinin ne derece yanlış, saçma ve mânâsız 
olduğunu ifâde etmekden de geri durmazsınız. 

Bütün bu misâl ve izâhların neticesi ise şudur: 

a) Kâmil bir ruh terbiyesi, ancak Allah'ın emretmiş olduğu ibâdetlerin edâsıyle mümkün olur. 

b) Ta'rifeye uygun olarak edâ edilmeyen ibâdetler, birer beden hareketinden ibâret kalır.


1455 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Milli Ölçülerimiz - 24/08/2014
• Milletin efendisi ona hizmet edendir. - Hadis -
Katliâm - 24/08/2014
Şu insanoğlu; fıtratı itibariyle rahata, kolaylığa, hiç terleyip yorulmadan kazanmağa ve hiç zahmete katlanmadan ömür sürmeye ne de düşkündür..
Kur'ân Nedir ? (5) - 24/08/2014
Bugünün müslüman topluluklarının Kur'ân denince ne anladıklarını ve tatbikattaki durumun ne olduğunu kısaca gözden geçirmekte fayda vardır.
İşe Nereden Başlamalıyız? - 24/08/2014
Ey îmân edenler! Siz kendinize bakın. Eğer siz doğru yolda iseniz, sapıtanlar size zarâr veremez (Mâide Sûresi, âyet: 105).
Yeni Fetihlere Doğru - 24/08/2014
Fetihlerin en başta geleni millî benliğimize, yani kendi öz varlığımıza dönüş fethidir.
Kur'ân Nedir ? (1) - 24/08/2014
Bugünün müslüman topluluklarının Kur'ân denince ne anladıklarını ve tatbikattaki durumun ne olduğunu kısaca gözden geçirmekte fayda vardır.
Güç Kaynaklarımız - 24/08/2014
Her milletin, mâddi ve ma'nevi olmak üzere birtakım kuvvet kaynakları vardır.
Neden Helva Yapamıyoruz? - 24/08/2014
Un hazır, şeker hazır, yağ hazır, hepsi hepsi hazır, fakat biz bu hazır malzemeleri uygun biçimde kullanarak bir türlü helva yapamıyoruz. Acaba neden?
Kur'an Nedir? (2) - 24/08/2014
Bugünün müslüman topluluklarının Kur'ân denince ne anladıklarını ve tatbikattaki durumun ne olduğunu kısaca gözden geçirmekte fayda vardır.
 Devamı
Köşe Yazıları