• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/dilbilimciyamanarikan

Takvim
Site Haritası
Yaman Arıkan
info@yamanarikan.com
Kur'an Nedir? (2)
24/08/2014
Peygamberimiz aleyhisselâmın vefâtından sonra Hz. Aişe'ye ashâb soruyor: 
— Resûlüllah'ın ahlâkı nasıl idi? 
 
Hz. Aişe, ortada Kur'ân durup dururken böyle bir sorunun sorulmasını mânâsız bulmuşcasına ve biraz da öfkeli bir ses tonuyla şu muazzam cevâbı veriyor: 
 
—Kur'ân'ı okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur'ân ahlâkıdır!... 

Evet, Kur'ân, biz müslümanları rûhî - ahlâkî güzelliğe, rûhî - ahlâkî sıhhate kavuşturmak için Allah tarafından gönderilmiş ilâhî bir tıb - ahlâk kitabıdır.
 
Allah'ın Resûlü de, bu kitapta belirtilmiş güzel ahlâkı bir ayna gibi kendisinde aksettiren canlı bir örnektir. Kitap da, onun esaslarını en iyi bir şekilde kendisinden aksettiren canlı örneğin hayâtı da ortadadır. Canlı örneğin hayâtını (Fakat takvim hayatını değil, ahlâk hayâtını) göz önünde bulundurarak kitaba kulak verenler ve esaslarını ruhlarına sindirip yaşayanlar hem bu dünyâ hayâtında hem de bundan sonraki hayâtta mes'ûd ve bahtiyâr olurlar. Canlı örneğin ahlâk hayâtına değer vermeyenler ve kitabın da sadece teleffuzculuğunu yapanlar ise, doktorun vermiş olduğu reçetedeki ilâçların sâdece isimlerini teleffuz eden ve bu haraketiyle de hastalıklarının iyileşeceğini sanan şaşkın hastanın zavallı durumundan öteye geçemezler.
 
Üstelik bu hatâlı hareketleriyle Allah'ın dininin ve kitabının değersiz şeyler olarak görülmesine de sebep olurlar. Zirâ gerek yeni nesiller ve gerekse henüz müslüman olmamış topluluklar, müslümanlık ve Kur'ân hakkındaki hükümlerini daha çok, bugünün müslüman geçinen topluluklarının hareket ve tavırlarına bakarak vereceklerdir. Günün müslüman topluluklarının hareket, yaşayış ve tavırlarında fevkalâ'de bir hâl göremeyen birisinin, müslümanlık ve Kur'ân hakkında vereceği sathî bir hükmün pek parlak olmayacağı ise muhakkaktır. Bunu yine bir misâlle açıklayalım: 

— Meselâ bir mahallede oturan elli kişiden, diyelim ki kırk tânesi midesinden, böbreğinden, ciğerinden... râhatsız olsun. Ve bunlar uzun müddet aynı bir doktor tarafından tedâvi edilsinler. Fakat bu kırk kişi, doktorun kendilerine vermiş olduğu ilâçları kullanmak yerine sâdece ilâçların isimlerini okumakla yetinsinler. Bir müddet geçince de, hastalıklarının ilerlemesi sebebiyle daha fazla sararıp - solmağa ve hattâ ölmeğe başlasınlar. Şimdi böyle bir durumda, hastalar listesine dâhil olmayan diğer on kişinin gerek onları tedâvi eden doktor ve gerekse verdiği reçete ve ilâçlar hakkındaki hükümleri herhalde pek parlak olmayacaktır. Aslında burada doktorun da, vermiş olduğu reçetelerle ilâçların da bir kusuru yoktur. Asıl suç ve kusur, reçeteleri ve tedâviyi yanlış değerlendiren hastalarındır. Fakat diğer on kişi, onların, tedâviyi uyguladıkları ve ilâçları kullandıkları halde iyileşemediklerini sanmakta ve dolayısiyle gerek bu tedâvi yolu ve gerekse ilâçlar hakkında menfi bir hükme varmaktadırlar. Hastalar ise, bu hareketleriyle sâdece kendilerini mahvetmekle kalmamakta, aynı zamanda, kendilerine verilmiş ilâçların ve tavsiye edilmiş tedâvi yollarının faydasızlığı intibâını da uyandırmaktadırlar.
 
Artık bundan sonra o mahallede aynı dertlere tutulanlar, bu tedavi yolları ve bu ilâçlarla tedâviye iltifât etmez olacaklardır. Demek ki bu yanlış haraketleriyle bu hastalar, yalnız kendilerine kötülük yapmakla kalmamakta, aynı zamanda cemiyetin diğer fertlerine de kötülük yapmış olmaktadırlar.
 
İşte aynı durum, din ve Kur'ân hususunda da varittir.. Günümüzün müslüman toplulukları da fâhiş derecede hatâlı müslümanlık anlayış ve yaşayışı ile, Allah'ın dinini ve kitâbını, henüz o dinin ve kitâbın mâhiyetini öğrenememiş olanların nazarına değersiz şeyler olarak arzetmektedir. Bugün müslümanların, dinlerini yaşamamalarının veya, bu yazımızın başından beri izâha çalıştığımız gibi, hatâlı bir din anlayış ve yaşayışı içinde bulunmalarının başlıca üç büyük zararı olmaktadır: 

1) Kendi yeni nesillerinin dine ısınamaması, ona bigâne ve alâkasız kalması ve hattâ bir kısmının dine karşı düşmanca bir tavır takınması.
 
2) Yanlış din anlayış ve tatbikatı yüzünden fertlerinin ruhî - ahlâkî sefâlet ve perişanlıktan kurtulamaması ve bunun neticesi olarak da içtimâi huzur, sükûn, selâmet ve terakkinin sağlanamaması. 
 
3) Henüz müslümanlık dâiresine girmemiş fertler veya topluluklar nazarında, gerek müslümanlığın ve gerekse onun kitabı Kur'ân'ın değersiz şeyler olarak gösterilmesi ve bunun bir neticesi olarak da onların kendiliğinden müslüman olmalarının engellenmiş olması. 

Bir kötünün dokuz köye zararı olduğu misâli, hatâlı müslümanlık anlayış ve yaşayışı içinde bulunanların da hem yeni nesillere hem de henüz islâmlık dâiresine girmemiş olanlara zararı dokunmaktadır. Üstelik, ictimâi huzur, sükûn, selâmet ve terakkiye de mânî olmaktadırlar. Bugün, sırf büyüklerin Fahiş derecedeki hatalı din anlayış ve tatbikatı yüzünden ve bir de doğru - dürüst bir din eğitim ve öğretimi yapılmamasından yeni nesiller dinin mâhiyetini ve esaslarını bilmemekte, bunun neticesi olarak da dine bigâne kalmakta veya çeşitli sebeplerin tesiriyle ona düşmanca bir tavır takınmaktadır. Halbuki büyükler gerçek yönüyle dini yaşasalar ve yeni nesillere bu yolda canlı birer örnek olsalar veya hiç olmazsa sâdece bilgi kabilinden de olsa onlara dinin mahiyetini, gayesini ve insanlığı götürmek istediği noktayı öğretseler netice hiç de bugünkü gibi olmayacaktır. Mesele, sadece büyüklerin hatâlı gibi anlayış ve tatbikatı içinde bulunmaları ve yeni nesillerin de dine bigâne veya düşmanca bir tavır takınmaları şeklinde kalmamaktadır. Bu durumun asıl zararlı ve kötü tarafı, hatâlı din anlayış ve tatbikatının, o topluluklarda mâddî - ma'nevî, ruhî- ahlâkî- içtimaî sefâlet ve perişanlığın sürüp gitmesine sebep olmasıdır. Eğer bugün islâm milletlerini meydana getiren fertler Allah'ın dinini ve kitabı Kur'ân'ın esaslarını bedenleriyle değil de ruhlarıyle yaşasalardı durum daha başka olacaktı. İşte biz, bu yazımızı, yüzyıllar öncesinden yerleşmeğe başlamış ve zamanımızda biraz da cehâletin te'siriyle âdeta zirvesine ulaşmış bugünkü hatâlı din anlayış ve tatbikatını bertaraf etmek ve yerine hakiki din anlayış ve tatbikatını yerleştirmek maksat ve gâyesiyle kaleme aldık. Allah'dan hâlisâne niyâzım, O'nun ilâhî kelâmını yanlış ve eksik anlamış olma felâketinden hepimizi korumasıdır. 

Günümüz müslümanının hatâlı bir anlayış ve tatbikatı içinde bulunuşunun zararlarından biri de, Allah'ın dinin ve kitâbının, henüz müslümanlık çerçevesi içine girmemiş olanların nazarında değersiz şeyler olarak gösterilmesidir.
 
Müslüman, hatalı din anlayış ve yaşayışı yüzünden, farkına varmadan Allah'ın dinine ve kitâbına böyle bir kötülük de yapmaktadır. Allah'ın son ve hakiki hak dinine mensup olan müslümanlar, eğer haraketleri, yaşayışları, tavırları ve davranışları ile üzerlerinden onun esaslarını olduğu gibi yansıtabilselerdi durum daha başka olur, henüz islâmlıkla müşerref olmamış birçok kişiler kendiliğinden müslümanlığı kabul ederlerdi. Maal'esef bugün, müslümanların durumlarına bakarak bir gayr-i müslimin müslüman olması çok nâdirdir. Hele hele umûmî manzara göz önüne getirilirse belki hiç de mümkün değildir.
 
Ancak ferdî hâdiseler karşısında mümkündür. Geriye kala kala ancak müslümanlığın içyüzünü ve mâhiyetini tetkik edip öğrenmek suretiyle müslümanlığı kabul etme şıkkı kalır ki, bu da herkesin kârı değildir. İşte, müslümanlığı ve Allah'ın kitabı Kur'ân'ın esaslarını olduğu gibi üzerimizden yansıtamadığımız için, bir Alman bilgininin ağzından, biz müslümanlar hesâbına son derece acı ve duyanlar için utanç verici şu sözler çıkmıştır: 

—Ey müslümanlar, yaşayışınıza baktım iğrendim. Kitabınıza baktım imrendim. Bu hâlinizle benim yirmi yıl geç müslüman olmama sebep oldunuz!... 

Müslümanlığı kabul ettikten sonra, biz müslümanlara hıtâben yukarıdaki sözleri söyleyen şahıs, o andan tam yirmi sene önce kendi kendine şöyle bir fikir muhâkemesinde bulunur: 

— Allah'ın son dini İslâmiyettir. Son ilâhî kitabı da Kur'ân'dır. O halde en mükemmel dinin İslâmiyet ve yine en mükemmel ilâhî kitabın da Kur'ân olması gerekir. Şu halde, bugün bir insan olarak benim de müslümanlığa girmem ve Kur'ân'a uymam lâzımdır... 
Bu düşünceden sonra da şöyle der: 

— Gerek bu dinin ve gerekse onun kitabının mükemmelliğini en kestirme yoldan ve en açık ve kesin bir şekilde müslümanların yaşayışında canlı olarak görebilirim. Uzun müddet uğraşmama lüzum yok. Hemen gideyim. Bir sinema perdesindekinden daha net ve canlı şekilde, müslümanların üzerinde gerek dinin ve gerekse onun kitabının mükemmelliğini göreyim!... 

Ve, hemen yola çıkar. Bütün İslâm ülkelerini baştan başa dolaşır. Fakat müslümanların hayât, hareket ve yaşayışlarında herhangi bir fevkalâdelik göremez. Bil'akis, sözde müslüman olduklarını iddiâ eden bu toplulukların serâpâ rûhi - ahlâki sefâlet, meskenet ve perişanlık içinde bulunduklarını dehşetle müşâhede eder. Hayâl kırıklığına uğramıştır. Fakat yukarıdaki mantığının yanlış olacağını da bir türlü kabul edememektedir. Öyle ya, mâdem ki İslâmiyet Allah'ın son dini, Kur'ân da son kitabıdır. O halde bu dinin en mükemmel din, onun kitabının da en mükemmel kitap olması lâzımdır.
 
Acaba bu dinin ve bu kitabın mensubu olduklarını iddiâ edenlerin üzerinde bu mükemmellik neden görünmüyor? 

Aradığını müslümanların üzerinde bulamamıştır. Bu durumda, yapacağı tek şey, bizzât müslümanlığı ve onun kitabı Kur'ân'ı tetkik etmek ve böylece bir neticeye varmaktır. 

Öyle yapar ve Kur'ân'ı tetkika koyulur. Fakat konunun tamâmen yabancısı olduğu için bu tetkik tam yirmi sene sürer. Neticede, gerek İslâmiyetin ve gerekse Kur'ân'ın gerçekten Allah'ın son dini ve son kitabı oldukları kanâatimi varır ve mükemmelliklerini de bizzât müşâhede ederek müslüman olur. Daha sonra da, biz müslümanlar için acı olan yukarıdaki sözleri söyler... 

Zamanımızda, gerek içimizden ve gerekse hâriçten birçok insanlar, İslâm milletlerinin bugün içinde bulundukları mâddî - manevî geri ve sefil durumlarına bakarak bunun sebebini İslâmiyete ve Kur'ân'a yüklemektedirler.
 
Allah'ın dinine ve kitabına yapılan bu haksız ithâm ve isnâda sebep de biz sözde müslümanlarız. Eğer Allah'ın dinini ve Kur'ân'ı olduğu gibi anlayıp yaşasaydık ve üzerimizde gösterseydik, hem kendimiz bugünkü ruhî- ahlâkî sefâlet ve perişanlığa düşmezdik, hem de O'nun dinini ve kitabını birçok insanlar nazarında değersiz göstermiş olmazdık. Vâkı'â değersiz görülen aslında Allah'ın dini değil, bizim, üzerimizde Allah'ın dini diye gösterdiğimizdir. Nitekim Şâir Muhammed İkbâl, bir beytinde bu hususu dile getirir: 

İslâm bezât-ı hod nedâret aybî, 
Her aybî ki hest, der müselmâniy-i mâst. 

Aslında müslümanlıkta bir kusur yoktur, 
Kusur olarak görülen, bizim müslümanlığımızın kusurudur. 

Fakat elin insanı, bizim kendimize göre bir müslümanlık tutturduğumuzu, aslında müslümanlığın bu olmadığını nereden bilsin!... 

Kur'ân'ın biz insanları ruhî - ahlâkî temizlik ve sıhhate kavuşturmak için geldiğini ve bu mânâda onun ilâhî bir tıb - sağlık kitabı olduğunu söylemiş, esaslarını yaşayışlarında tatbik edenlerin bu dünyâ hayâtında huzur, sükûn ve selâmet içinde olacakları gibi, âhiret hayâtında da ilel'ebed mes'ud ve bahtiyâr olacaklarını ifâde etmiştik. Şimdi de, muhterem okuyucularımıza Kur'ândan bâzı âyetler sunalım. Önce Kur'ân'ın geliş gayeseni yine Kur'ân dan dinleyelim: 

1- Bu Kur'an bir kitaptır ki, onu sana, bütün insanları Rabblerinin izniyle zulmetlerden nura, o mutlak gâlip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için indirdik. (İbrâhim suresi, ayet: 1). 

Bu dünyâ hayâtında gerek fertlerin ve gerekse topyekûn cemiyetlerin huzur, sükûn, refah, saâdet ve selâmet içinde olmaları ancak ruhî - ahlâkî temizlik ve sıhhate ermeleriyle mümkündür. Bununla, "Bedenî temizlik, sağlık ve sıhhat olmasa da olur" demek istemiyoruz. Bir cemiyetin her bakımdan selâmeti için, elbette onun fertlerinin rûhen olduğu kadar bedenen de sağlıklı ve sıhhatli olması şarttır. Ancak yeter sebep değildir. Nitekim fertleri maddî - bedenî yönden kusursuz olan nice cemiyetler vardır ki, sırf ruhî - ahlâkî sefâlet ve perişanlıkları yüzünden sıkıntılardan ve huzursuzluklardan bir türlü kurtulamamaktadırlar. Bugün yeryüzünde sâdece isimleri kalmış ve kendileri târihin derinliklerine gömülmüş nice cemiyetler ve milletler vardır. Eğer bunların yokoluş sebeplerini araştırırsak, karşımıza maddî- bedenî sebepler değil, ruhî - ahlâkî sebepler çıkar. Fertleri ruhî - ahlâkî hastalıklar, daha doğrusu ahlâksızlık hastalıkları içinde bulunan cemiyetler hiç bir zaman huzur yüzü göremezler. Bu, tıpkı bedene nisbetle bir şahsa benzer. Nasıl ki herhangi bir şahsın bedeninin muhtelif uzuvları hasta olduğu zaman o kişi rahat ve huzur içinde olmazsa, aynen bunun gibi, fertlerinin çoğu ruhî - ahlâkî yönden hasta olan cemiyetler ve milletler de huzûr ve sükûn içinde olamazlar. Böyle bir cemiyet veya millet, devamlı olarak huzursuzluklar, sıkıntılar, ıztırâplar, keşmekeşler, kargaşalıklar... içinde çalkalanır durur. Bu dünyâ hayâtları kendi elleriyle berbat edilmiş insanların bundan sonraki hayâtlarının pek parlak olmayacağı da yine Allah'ın kitabında açıklanmaktadır. İşte Kur'ân, ruhî - ahlâkî sıhhatsizlikler, daha açıkçası ahlâksızlık hastalıkları içinde geçirilen bu dünyâ hayâtına zulmetler der. Bu, karanlıklar demektir. Kur'ân insanlara, ruhî - ahlâkî sıhhatsizliklerden kurtulmanın yollarını ve çârelerini bildirir. Bu yollara ve çârelere baş vuranlar içinde bulundukları ahlâksızlık hastalıklarından kurtulurlar, dolayisiyle hayâtları da huzur, sükûn saâdet ve selâmet içinde geçmeye başlar. İşte Kur'ân böyle bir hayâta da Nur demektir. Bu, aydınlık demektir. Şimdi bu açıklamanın ışığı altında âyetin meâlini bir kere daha okuyalım. Ümit ederim, bu izâhlardan sonra Kur'ân'ın gâyesi ve biz müslümanları götürmek istediği nokta daha iyi anlaşılacaktır. 

- Bu Kur'ân bir kitapdır ki, onu sana, bütün insanları Rabblerinin izniyle zulmetlerden nura, o mutlak galip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için indirdik. 

Görüldüğü gibi Allah'm kelâmı biz hayâttakilere hitâb etmektedir. İstediği de ruhumuzu fitnelerden, fesâdlardan, kinlerden, hasedlerden, her türlü menfi ve zararlı temâyül ve ihtirâslardan temizleyerek onu ahlâkî sıhhate, ahlâkî güzelliğe kavuşturmamızdır. Bu da, Kur'ân'ın âyetlerinin lâfızlarını sâdece dilimizle teleffuz etmekle olmaz. Tıpkı, doktorun verdiği reçetedeki ilâçların sâdece isimlerini telaffuz etmekle hastalığımız iyileşmeyeceği gibi... 

2- Şühhesiz ki müminler ancak kerdeştirler. (Hucurât suresi, âyet: 10). 

Bu âyet, bütün müslümanları kardeş ilân ediyor. İşte bir cemiyete, bir ülkeye tek başına huzur, sükûn saâdet, selâmet ve bahtiyarlık getirecek bir esas!... Önce, kardeşlik denince nelerin akla geldiğine bir göz atalım. Kardeş ve kardeşlik kelimeleri şefkat, merhamet, sevgi, saygı, birlik, berâberlik, yardımlaşma, tesânüt... gibi mefhumları hatırlatır. Bunlar da içtimâi hayâtta hûzurun, sükûnun, saâdet ve selâmetin sağlanmasına yarayan esaslardır.
 
Yâni, eğer bir cemiyetin veya bir milletin fertleri günlük hayâtta birbirlerine karşı şefkatlice - merhametlice davranıyorlar, birbirlerini sevip - sayıyorlar, bir birlik- berâberlik - yardımlaşma ve tesânüt içinde bulunuyorlarsa o cemiyette veya o ülkede huzur, sükûn, ... var demektir. Kardeşler birbirlerini severler, sayarlar. Kardeşler birbirlerine karşı şefkatli - merhametli olurlar. Kardeşler bir birlik - berâberlik içinde bulunurlar. Kardeşler dâimâ birbirleriyle yardımlaşırlar. Mâdem ki müminler kardeştir, Allah onları kardeş ilân etmiştir.
 
O halde onlar da günlük hayâtta birbirleriyle olan münâsebetlerinde birbirlerine kardeşçe muâmele ederler. Şimdi siz, ahâlisi müslüman olan bir ülke düşünün. Bu ülkenin fertleri kardeşlik şuuruna ermiş olsunlar. Yâni günlük hayâtta birbirlerine kardeşçe muâmele etsinler. Yolda, sokakta, alış - verişte, konuşmalarında, iş - güç hayâtında, dâirede,... hâsılı birbirleriyle olan her türlü muâmele ve münâsebetlerinde birbirlerine şefkatlice -merhametlice davransınlar, birbirlerini sevsinler - saysınlar, dâimâ birlik -berâberlik - tesânüt içinde bulunsunlar... Fertleri bu şuurdaki insanlardan meydana gelen o ülkenin huzur sükun, refah, saâdet ve selâmet içinde olmaması için ortada herhangi bir sebep kalmaz sanırım. İşte dinin ve onun kitabı Kur'ân'ın bizleri götürmek istediği nokta da budur. Kur'ân, önce huzura, sükûna, selâmete, refâha,., kavuşmuş bir dünya hayâtını hedef alır.
 
Böyle bir hayâtın kurulabilmesi için yapılması gerekenler ne ise onları da gösterir. Ayrıca, bu dünyâ hayâtında huzuru sükûnu,... tesis edenlerin bundan sonraki hayâtta da mes'ud ve bahtiyâr olacaklarını müjdeler. Burada huzuru, sükûnu,... kuramayanların bundan sonraki hayâtta bahtiyâr olamayacaklarını da haber verir. Topyekûn bir cemiyetin veya bir milletin huzur, sükûn, saâdet ve selâmet içinde olması, ancak fertlerin teker teker ruhî - ahlâkî temizliğe, sıhhate ve sükûnete kavuşmuş olmasıyla mümkündür.
 
Fertleri ruhî ahlâkî buhrânlar içinde bulunan bir cemiyetin veya bir milletin topyekûn huzura kavuşması imkânsızdır. Tıpkı bedeninin muhtelif uzuvlarında rahatsızlıklar bulunan bir şahsın topyekûn sıhhat - âfiyet içinde bulunmasının imkânsız olması gibi... 

Hayâtta bu şuura eremeyenler; günlük hayâtta diğer insanlarla olan münâsebet ve muâmelelerinde onlara karşı ruhlarında şefkatin, merhametin, sevginin, saygının, yardımlaşmanın, tesânüdün,... zerresini dahi bulunduramayanlar; komşusunun, müslüman kardeşinin, soydaşının,... sıkıntısı, ıztırâbı, acısı,... karşısında taş gibi yüreklerle put kesilenler; memleketinin, milletinin bir ân önce halledilmesi gereken binbir çeşit hayâti meseleleri karşısında en ufak bir yürek sızıntısı duyamayanlar,... istedikleri kadar bu âyeti dilleriyle okusunlar, teleffuz etsinler Ramazanlarda câmi köşelerine serdikleri cofcoflu minderler üzerinde nağmeci- tegannici hâfızlara istedikleri kadar gırtlak hünerleri yaptırtsınlar. Fakat unutmasınlar ki bu hâlleriyle, vücudunun her köşesi binbir çeşit dertle mâlûl iken, doktorun kendisine vermiş olduğu reçetedeki ilâçların durmadan sâdece isimlerini okuyan zavallı hastanın şaşkın durumundan daha öteye geçemezler. İşinin - gücünün başında ellerini - dillerini düzeltemeyenler, kendisine gelen insanlara kardeşlik duygularıyle muâmele edemeyenler, ölülerinin sene-i devriyelerinde bu âyeti istedikleri kadar okusunlar.

Fakat unutmasınlar ki bu hâlleri mezar taşlarını bile çatlatacak mânâsızlıktadır. Daha önceleri de kaydetmiş olmakla berâber, bir yanlış anlaşılmağa meydan vermemek için yine işâret edelim. Biz, ölülerimizin ruhu için Kur'ân okunmasının veya okutulmasının aleyhinde değiliz. Aleyhinde olduğumuz husus, dirilere yâni hayattakilere hitâb eden ve esaslarını hayâttakilerin tatbik etmesi ve yaşaması gereken Kur'ân'ın ölüler kitabı hâline getirilmesidir. Esâsen ölülerimizin ruhu için Kur'ân okumak, Allah'ın kelâmı vâsıtasiyle onlara bir afv ve mağfiret dilemekten ibârettir. Yâni netice itibâriyle bu bir duâdır. Duâ da Allah'a bir yakarış demek olduğuna göre, bu Kur ân okuyarak olabileceği gibi, mutlak bir yakarışla da olabilir. İşin daha da esâsına inersek, hayâtta iken Kur'ân'ın esaslarını yaşamış ölülerin duâya ihtiyâcı yoktur. Onlar duâlarını yanlarında götürmüş bahtiyârlardır. Esas olan da budur. Yâni kişinin bizzât hayâtta iken Kur'ân'ın esaslarını yaşamış olmasıdır. Hayâtta Kur'ân'ın esaslarını tatbik etmemiş olanlara duânın faydalı olup - olmayacağı hususuna gelince, bu da Allah'ın dilemesine kalmış bir meseledir. Eğer Allah dilerse, kendisi hesâbına yapılan duâdan o ölüyü faydalandırabilir. Ancak bir de şu husus vardır. Acaba ölülerin ruhuna bol bol Kur'ân okuyup onların mağfireti için duâ edenlerde duâya lâyık ağız var mı? Üzerinde Kur'ân'ın esaslarının zerresi gözükmeyenlerde böyle bir ağızın varlığını söylemek pek de kolay değildir sanırım... 

Bir de, Türkçe'de bir söz vardır. "Mum yak, derdine yan'' der. Kur'ân'ı hep ölülerinin ruhuna okuyan şu hayâttakiler, önce bir kere kendi dertlerine yansalar, kendi hâl-i pürmelâllerine baksalar, onu bir kere, içinde bulundukları ruhî perişanlıktan kurtulmak niyetiyle okusalar daha iyi olmaz mı? Hem, önce kendilerini düzeltirlerse, daha sonraları ölüleri için yapacakları duânın ve okuyacakları Kur'ân'ın Allah indinde kabul olma ihtimâli de artar. Zirâ önce kendilerini düzeltmekle Allah'a lâyık duâlar edecek bir ağıza sâhip olmuş olurlar. Günlük hayâtta, kendisi gibi hayâtta olan diğer müslüman kardeşlerine karşı kardeşlik duygularıyle hareket edemeyenlerin, müslüman kardeşliği şuuruna eremeyenlerin ve etrâfındaki insanların ıztırâbı karşısında taş kesilenlerin Allah'ın kelâmını vâsıta ederek ölülerin imdâdına koşması cidden şaşılacak şeydir. Zirâ, eğer ortada Allah'ın kelâmı ile imdâdına koşulması gereken birileri varsa onlar da, yanıbaşındaki mümin kardeşlerine kardeşlik duyguları besleyemedikleri halde Allah'ın kelâmını kapıp sözde ölülerin imdâdına koşan bu zavallı yaşayan ölülerdir... 

Zamanımızın müslümanı korkunç derecede bir aldanış ve aldatılış içindedir. Bugünkü hatâlı din anlayış ve tatbikatının devâmında dünyevî süfli menfaati olan bir kısım din simsarı sahtekâr câhiller, temeli yüzyıllar öncesine uzanan ve günümüzde belki de zirveye ulaşmış olan bu uyutucu din anlayış ve tatbikatını olanca güçleriyle körüklemektedirler. Aslında büyük bir sâfiyetle dinine bağlı olan halkımız da, yüzyılların yerleştirdiği bu uyuşuk din hayâtından bir türlü kurtulamamaktadır. Kaahir ekseriyeti, büyük bir muhabbet ve sâfiyetle dinine bağlı olan müslüman topluluklara Allah'ın kelâmının mâhiyeti, ruhu ve hamle gücü öğretildiği gün İslâmiyet bir güneş gibi ufuklarda yeniden doğacaktır. O günler uzak değildir. İşte biz bu yazıyı, böyle bir doğuşa öncülük etmesi ümit ve temennileriyle kaleme aldık. Allah'dan hâlisâne temennim, Kur'ân'ın ve dinimizin en doğru bir şekilde anlaşılması için yapılan çalışmalarda bizden ilâhî lutfunu esirgememesidir. Bu arada, bugünkü uyuşuk dînî hayâtın devâmında süflî menfaatleri olan ve onun için bu hayâtın sürüp - gitmesini alabildiğine körükleyen din -imân - mukaddesât tüccarlarına da tavsiyemiz, şimdiden kendilerine başka sâhalar aramalarıdır. Tabii, Allah'ın dininin olduğu gibi anlaşılmasına set çekme gayretlerinden vazgeçerler ve tevbe ederlerse kendileri için bu daha hayırlıdır. Bu takdirde, geçmiş günahlarından kurtulup Allah'ın mağfiretine mazhar olmaları da mümkündür. Zirâ O'nun mağfireti boldur. Dilediğini dilediği zaman afvedebilir....

Orkun Dergisi Kasım 1981 Sayı: 3


1349 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Milli Ölçülerimiz - 24/08/2014
• Milletin efendisi ona hizmet edendir. - Hadis -
Katliâm - 24/08/2014
Şu insanoğlu; fıtratı itibariyle rahata, kolaylığa, hiç terleyip yorulmadan kazanmağa ve hiç zahmete katlanmadan ömür sürmeye ne de düşkündür..
Kur'ân Nedir ? (5) - 24/08/2014
Bugünün müslüman topluluklarının Kur'ân denince ne anladıklarını ve tatbikattaki durumun ne olduğunu kısaca gözden geçirmekte fayda vardır.
İşe Nereden Başlamalıyız? - 24/08/2014
Ey îmân edenler! Siz kendinize bakın. Eğer siz doğru yolda iseniz, sapıtanlar size zarâr veremez (Mâide Sûresi, âyet: 105).
Yeni Fetihlere Doğru - 24/08/2014
Fetihlerin en başta geleni millî benliğimize, yani kendi öz varlığımıza dönüş fethidir.
Kur'ân Nedir ? (1) - 24/08/2014
Bugünün müslüman topluluklarının Kur'ân denince ne anladıklarını ve tatbikattaki durumun ne olduğunu kısaca gözden geçirmekte fayda vardır.
Güç Kaynaklarımız - 24/08/2014
Her milletin, mâddi ve ma'nevi olmak üzere birtakım kuvvet kaynakları vardır.
Neden Helva Yapamıyoruz? - 24/08/2014
Un hazır, şeker hazır, yağ hazır, hepsi hepsi hazır, fakat biz bu hazır malzemeleri uygun biçimde kullanarak bir türlü helva yapamıyoruz. Acaba neden?
Müslüman Kimdir? - 24/08/2014
Müslüman, diğer müslümanlara elinden - dilinden kötülük gelmeyen kişidir. - Hadis -
 Devamı
Köşe Yazıları