• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/dilbilimciyamanarikan

Takvim
Site Haritası
Yaman Arıkan
info@yamanarikan.com
Diplomalının Mantığı ve Bir Teklif
24/08/2014
Zaman zaman, bu ülkenin bir kısım okumuşlarını göz önüne getirdiğimde, kendi kendime sorarım: 

— Acaba başka milletlerde de benim ülkemin okumuş (=diplomalı)ları gibi bedbahtlar, zavallılar, ucûbeler, şaşkınlar ve acınacak halde olanlar var mıdır? 

Ve, beynimde mevcud, yeryüzünün kalbur üstü bütün milletleriyle ilgili bilgi dağarcığımı altüst ederim. Kendi kendime sorduğum üstdeki soruya cevap olarak kocaman bir “YOKDUR!” ile karşılaşırım. Zîrâ o bilgi dağarcığımda, başka milletlerin okumuşları arasında, kendi milletlerinin dilini hoyratça tahrîp eden diplomalılarla karşılaşmam. Bil’akis, kendi dillerini zenginleşdirmek ve güzelleşdirmek gayreti içinde olan aydınlarla karşılaşırım. Kendi dilime ve Türkiye’me dönüp bakdığımda ise, âdetâ Türkçe’yi tahrîp edip çirkinleşdirmeyi kendisine vazîfe edinmiş eli kör baltalı diplomalı (=okumuş)larla karşılaşırım.
 
Hem de boy boy, düzine düzine. Hem de her yerde; eğitim câmiasında, basın-yayında, medyada, siyâset bezirgânları ve yöneticiler arasında, şurada, burada… 

Benim ülkemin diplomalı (=okumuş)larının büyük bir ekseriyeti dînini bilmez, dilini bilmez, târihini bilmez töresini bilmez. Üstelik, öğrenmek gibi bir derdi ve meselesi de yokdur. Kimisi, bu değerlere ömür boyu lâkayd-kayıtsız-ilgisiz kalır, kimisi kıyısından-köşesinden sataşır, çekişdirir. Kimisi de alenî saldırır, düşmanlık eder. 

Zaman zaman, anlı-şanlı bir kısım kişilerin konuşma ve beyânâtlarından kulaklarımıza şöyle cümleler gelir: 
 
— Falan kişi, bilmem kaç DERSLİKLİ okul yaptırdı. 
 
— Eğer okul yapdırmağa gücün yetmiyorsa DERSLİK yapdır. 

1980’li yılların başlarında, devrin cumhurbaşkanı, Kabataş Erkek Lisesi’ni ziyâret etmişdi. Binânın içini gezerken kapılarda yazılı “DERSLİK” levhaları ile karşılaşdı. Lisenin, kendisini gezdiren ilgililerine sordu: 

— Bu ne demek? 

İlgililer, DERSHÂNE demek olduğunu söylediler. 
Anlaşılmışdı ki, okulun diplomalı (=okumuş)ları, kör baltalarını kapdıkları gibi, en azından bin senedir kullanılan ve herkesin bildiği o güzelim DERSHÂNE kelimesini bir darbe ile yere indirmişler ve yerine DERSLİK levhasını asmışlardı.
 
Cumhurbaşkanı, onun kaldırılıp, yerine doğrusunun yâni DERSHÂNE kelimesinin konmasını ihtâr etmişdi. Bu vesîle ile, bizler de, Türkçe’mizin ustaları Ömer Seyfeddinlerin, Reşad Nûrilerin, Fâruk Nâfizlerin hocalık etdiği, bu satırların yazarının da mezun olduğu o güzelim irfân yuvası Kabataş Erkek Lisesi’nin ne hallere düşürüldüğünü öğrenmişdik. 
 
Lisenin sayın ilgililerinin o düzeltmeyi yapıp yapmadıklarını ve bugün durumun ne olduğunu da bilmiyorum. Ayrıca, hiç değilse Ortaköy taraflarına yolum düştüğünde olsun, lisemi ziyâret etme arzusunu da içimde pek duymuyorum.
 
Zîrâ, DERSHÂNE’yi DERSLİK yapan okumuş (=diplomalı)ların, aynı mantıkla hareket ederek, okulun yemekhânesinin kapısına YEMEKLİK, yatakhânesinin kapısına da YATAKLIK levhasını asmış olabilecekleri ihtimâli beni ürkütüyor. 

Türkçe’mizin, okumuşun kör baltasiyle kırıp geçirdiği kelimeler öyle üç-beş tâne değildir, binlercedir, belki onbinlercedir. Bu manzara karşısında, zihnime hep şöyle bir misâl gelir: 

— Bir sanatlar-eserler salonu. İçi; yüzlerce, binlerce yıllık, paha biçilmez, değerli-kıymetli ve nâdîde eserlerle dolu. Yok edildikleri takdirde de aynılarının yerine konması ve telâfîsi mümkün değil… Bir gün duyuyorsunuz ki, rûh hastası bir densiz, eline geçirdiği bir balyozla bu salona girmiş ve güzelim eserleri kırıp dökmüş… 

Bizim okumuş (=diplomalı)ların, birer kör balta darbesiyle katletdikleri DERSHÂNE ve diğer binlerce kelimenin her biri, Türkçe’mizde en azından bin senedir kullanılan kelimelerdir. Bugün, Çin Seddi’nden Adriyatik sâhillerine kadar, DERSHÂNE, HAYÂT,… gibi kelimeleri bilmeyen, anlamayan veya kullanmayan bir tek Türk evlâdı var mıdır? Bunu söylerken; benim, okuması-yazması olmayan ninemle dağdaki çobanların da bu topluluğa dâhil bulunduğunu ayrıca ifâde etmeme gerek yokdur sanırım. Onun için, hep sorasım gelir: 

— Adriyatik’den Çin Seddi’ne, bütün Türk’lerin bildiği, anladığı ve günlük hayâtında kullandığı bu kelimeler, bizim okumuş (=diplomalı)ların neresine battı ki, cehâletlerinin ve zevksizliklerinin kör baltasiyle onları kırıp geçiriyorlar.

Veya: 
— Türkçe’mizde yüzlerce sene, bâzen de binden fazla sene ömürleri bulunan bu kelimeleri atıp yerlerine, çok kerre nesepleri de belirsiz yeni kelimeler koymakla dilimiz, irfânımız ve kültürümüz ne kazanır? 

Hemen ifâde edelim ki, dilimizde yüzlerce, bâzen binlerce yıllık ömürleri bulunan bu kelimeler kaldırılıp atılmakla ve yerlerine başka kelimeler konmakla irfânımız ve kültürümüz hiç bir şey kazanmaz. Bil’akis, ilel’ebed devam edecek fecî zararlar meydana getirir. Gelecek nesiller yönünden, yine bizim okumuş (=diplomalı)ların kör baltalariyle katletdikleri meselâ şu HAYÂT kelimesini ele alalım. Bin yılı aşkın bir zamandır Türk Milleti’nin bütün nesilleri bu kelimeyi kullanmışdır. Yazarlar yazılarında, şâirler şiirlerinde, müellifler eserlerinde… Bu kelime şarkılarımıza girmiş, türkülerimize girmiş, vecîzelerimize girmiş.
 
Atasözlerimize, mânîlerimize, masallarımıza, nutuklarımıza-hıtâbelerimize,… girmiş. Velhâsıl “HAYÂT” kelimesi bizim hayâtımız olmuş, canımız olmuş, ciğerimiz olmuş. Bâkî HAYÂT demiş, Fuzûli HAYÂT demiş, Mehmed Âkif HAYÂT demiş, Yahyâ Kemâl HAYÂT demiş, Gâzî Mustafa Kemâl Paşa HAYÂT demiş. Bin seneyi aşkın bir zaman diliminde Türk Milleti’nin bütün nesilleri HAYÂT demiş, HAYÂTIM demiş.
 
Şimdi, böyle bir kelimeyi kaldırıp atarak onun yerine YAŞAM demekle Türkçe’miz ne kazanır, irfânımız ne kazanır, kültürümüz ne kazanır, topyekûn Türk Milleti ne kazanır? Bir an için, çıldırdığımızı yâni akıldan-mantıkdan soyunduğumuzu kabul ederek, HAYÂT yerine YAŞAM demekle Türk dili ve kültürü hesâbına bir kazanç aramağa kalkışsak yine de bir şey bulamayız. 
 
Türkçe’mizde yüzlerce yıldır kullanılmakda olan kelimeleri cehâletin kör baltasiyle bir darbede kaldırıp atmanın doğuracağı zararlar sayılamayacak kadar çok, telâfîsi mümkün olmayacak derecede büyük ve ağırdır. Dilimizde kelime katliâmının sebep olacağı netîcelerden sâdece bir iki tânesini düşünmek bile, bir Türk evlâdı olarak insanı kahretmeğe yeter. 

1) Dilimizde yüzlerce yıllık ömrü olan, aynı zamanda herkesin anladığı ve kullandığı kelimeler kaldırılıp atıldığı an, gelecek bütün nesillerin, asırlarca yıllık geçmişiyle ilgisi tamâmen kesilmiş olur. Meselâ, siz, herkesin bildiği ve asırlarca kullandığı ve hâlen de kullanmakda olduğu o güzelim HAYÂT kelimesini atar da onun yerine YAŞAM derseniz, yarın, Atatürk’ün “Hayâtda en hakîkî mürşid ilimdir” sözünü gören, duyan veya okuyan çocuğunuz size sorar: 
 
— Baba HAYÂT ne demek? 
 
Tabîî, siz de hemen cevâbı yapışdırırsınız. 
 
— YAŞAM demek oğlum! 
 
Ancak, iş, böyle bir tek soru ve bir tek cevapla kapanmayabilir. Sizin bu cevâbınız üzerine, çocuğunuz size hemen ikinci bir suâl daha yöneltebilir: 
 
— Baba bunun bir de KURUSU mu var?... 

2) Türk Milleti, çin seddinden Adriyâtik sâhillerine kadar, geniş bir coğrafyaya dağılmış durumdadır. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde yaşayan 60 milyon Türk, HAYÂT diyor, HAYÂTIM diyor. Aynı şekilde, atalar yurdumuz Kaşgar’da, Semerkant’da, Buhârâ’da, Almatı’da, Taşkent’de, Aşkaabât’da, Bakü’de, Kâbil’de, Tebriz’de, Kerkük’de, Halep’de, Lefkoşe’de, Üsküp’de,… yaşayan Türkler de HAYÂT diyor, HAYÂTIM diyor. Şimdi, Türkiye’deki bir kısım diplomalı (=okumuş)lar, ellerine geçirdikleri o cehâlet kör baltalariyle dilimizde kelime katliâmına girişirse, Türkiye dışındaki Türk toplulukları ile dil bağımız koparılmış olmaz mı? Bir milletin fertlerini birbirine bağlayan bağlar arasında, “olmazsa olmazı” müşterek dil olduğu da göz önüne getirilince, dilde kelime katliâmının, Türk Milleti’ne ne büyük bir kötülük olduğu açıkça ortaya çıkmaz mı? 

Gerçek şu ki, bugün, başda dil yâni Türkçe olmak üzere, dînini bilmeyen, töresini bilmeyen, târih bilgi ve şuûrundan yoksun bir kısım diplomalı (=okumuş)larımız bedbahtlık ve şaşkınlık içinde ve acınacak halde birer zavallıdır. Bunlar ilim yapamaz, fikir üretemez, meselelere köklü ve kalıcı çözüm bulamaz. Çünkü, dağarcıklarında malzeme yokdur. Ev yapmak isteyen, fakat gerekli malzemeye veya evi inşâ etme bilgisine sâhip bulunmadığı için kendisinin ihtiyâcı olan evi yapamayan kişi gibi, bizim diplomalı da bir şeyler yapmak istemekde, ancak, gerekli malzemesi bulunmadığı için yapamamaktadır. Ne var ki, her insan, şöyle veya böyle, dâimâ bir şeyler yapmak veya yapmış olmak ister, kendini isbât etmek ister. “Ben de varım!” demek ister. Bu, hemen hemen her insanda mevcud bir duygudur. İşte, bizim bir kısım diplomalı (=okumuş)larımız da bu içgüdülerini tatmin etmek için, cehâlet kör baltalarını kapdıkları gibi, dilimizde yüzyıllardır kullanılan ve hâlen de kullanılmakda olan güzelim kelimeleri birer darbe ile yere serip yerlerine başka kelimeler koyuyorlar. Bu zihniyet, aslında bizim topyekûn hayâtımızın büyük bir bölümünde yaygındır. Meselâ, bir zamanlar, imtihânlarda notlar 10 üzerinden verilmektedir. Bir müddet sonra hükümet değişir, maârifin (milli eğitim) başına yeni bir bakan gelir. Yeni bakan, bir şeyler yapmak ve kendini ısbât etmek hevesindedir. Hemen millî eğitim müdürlüklerine ve okullara bir ta’mîm (=genelge) gönderir: 

— Bundan böyle, imtihânlarda puanlar 100 üzerinden verilecekdir!... 
 
Ve, yeni bakan, bir şey yapmış ve kendini ısbât etmiş olmanın râhatlığı içinde, koltuğunda kasım kasım kasılır, kurum kurum kurulur. Bir müddet sonra, bakan yine değişir. Yine bir ta’mîm: 
 
— Puanlar 10 üzerinden verilecekdir!... 
 
Yâhut: 
 
— Puanlar 5 üzerinden verilecekdir!... 
 
Böylece, bizim diplomalı (=okumuş)lar, esâsa hiç girmezler. Bir long play gibi, şekilcilikler çıkmazında dönerler dururlar. Hiç düşünmezler ki, gençlere öğretilmesi gereken bilgiler öğretilemiyorsa, verilmesi gereken millî rûh ve şuur verilemiyorsa, puanların 5 üzerinden veya 10 üzerinden veyahut da 100 üzerinden verilmesi neye yarar veya neyi değişdirir!... 

Bizim bir kısım okumuş(=diplomalı)larımızın, cehâletin kör baltasiyle Türkçe’mizin o güzelim kelimelerini katliâma tâbî tutmaları, benim zihnimde hep şöyle bir hâdiseyi çağrışdırır: 
— Uçsuz-bucaksız bir bahçe. İçinde her türlü güzelim çiçekler, çeşit çeşit meyveleri bulunan meyve ağaçları. Bahçede, yeni yeni çiçekler ve meyve ağaçları yetişdirilebilecek boş arazî de mevcud. Ne var ki bahçenin mîrâsçısı yeni sâhibi, yeni çiçekler ve meyve ağaçları yetiştirmeyi bilmiyor veya beceremiyor.
 
Fakat bir şeyler yapmak ve kendini ısbât etmek de istiyor. Ve, bu içgüdüsünü tatmîn etmek için de eline bir balta alıyor, o güzelim ağaçlarla çiçeklerin bir kısmını dalından-budağından, orasından-burasından baltadan geçiriyor… 

DERSHÂNE ifâdesi, “ders” kelimesi ile “hâne” kelimesinin birleşmesinden meydana gelmişdir ve “Ders yapılan yer” demekdir. Bilindiği gibi, hâne yalnız başına kullanıldığı zaman “ev” ma’nâsını ifâde eder. “Dershâne”de olduğu gibi, herhangi bir ismin sonuna bitişdiği takdirde ise, “yer, mekân” ma’nâsını ifâde eder ve ekseriyetle de, bitişdiği o kelimenin ifâde etdiği ma’nânın eyleminin yapıldığı yeri belirtir. Buna göre, dershâne ders yapılan yer demekdir. Tophâne, top dökülen (top îmâlâtı yapılan) yer demekdir. Baruthâne, barut îmâlâtı yapılan yer demekdir. Pastahâne, pasta îmâlâtı yapılan veya pasta satılan yer demekdir. 

Görüldüğü gibi, hâne eki eklenerek meydana getirilen yeni ifâdede, mutlaka bir iş, bir eylem, bir işlem,… bahis konusudur. Türkçe’mizde, böyle, sonuna hâne kelimesinin bitişmesiyle meydana gelmiş yüzlerce belki de binlerce kelime vardır. 

Türkçe’mizde, bir de, yine bâzı isimlerin sonuna bitişerek onlara aynı şekilde “yer, mekân” ma’nâsını kazandıran “…lik, lık, lük, luk” ekleri vardır. Ancak, burada; iş, fiil, eylem, işlem,… bahis konusu değildir. Kül-lük, çöp-lük, mezbele-lik, mezar-lık, odun-luk,… gibi. Küllük, kül dökülen yer demekdir. Kül îmâlâtı yapılan yer demek değildir. Çöplük, çöp dökülen yer demekdir. Çöp îmâlâtı yapılan yer demek değildir. Odunluk odun konulan yer, kömürlük kömür konulan yer demekdir. Odun veya kömür îmâl edilen yer demek değildir. Yâni buralarda herhangi bir iş, eylem, işlem,… bahis konusu değildir. Onun içindir ki, Türk halkı, çöp dökülen yere “çöphâne” dememiş “çöplük” demişdir. Kül dökdüğü yere “külhâne” dememiş “küllük” demişdir. 

Kaldı ki, ortada bu ilmî gerçekler olmasa bile, Türkçe’mize kazandırılan ve asırlardan beri kullanılan, hâlen de kullanılmakda olan o güzelim DERSHÂNE kelimesini ve benzerlerini bir çırpıda dilimizden kaldırıp atmanın faydası ne? Şimdi, DERSHÂNE’yi DERSLİK yapan bizim diplomalının mantığı ile hareket ederek, Türkçe’mizin aynı ekle meydana getirilmiş yüzlerce kelimesinden bir kısmının yeni karşılıklarını görelim. DERSHÂNE=DERSLİK olduğuna göre: 
 
Postahâne=postalık, pastahâne=pastalık, hastahâne=hastalık, eczâhâne=eczâlık, tımârhâne=tımarlık, ticârethâne=ticâretlik, yazıhâne=yazılık, muâyenehâne=muâyenelik, şifâhâne=şifâlık, hayâlhâne=hayallik, fakîrhâne=fakîrlik, terzihâne=terzilik, çilehâne=çilelik, ibâdethâne=ibâdetlik, müsâfirhâne=müsâfirlik, mevlevîhâne=mevlevîlik, yemekhâne=yemeklik, yatakhâne=yataklık, kahvehâne=kahvelik, buzhâne=buzluk. 

Yine bizim diplomalının mantığına göre, İstanbul’un bâzı semtlerinin yeni adları: 
Tophâne=Topluk, Şişhâne=Şişlik. (acaba vücûdun bir yerindeki bir şişlik mi, yoksa şişkebaplık mı?) Kağıthâne=Kağıtlık, Gülhâne= Güllük, Feshâne=Feslik. (Herhalde fes îmâlatında kullanılan kumaş) Baruthâne=Barutluk. 
Diplomalının mantığına göre, Gümüşhâne ilimizin yeni adı Gümüşlük. İstanbul Cağaloğlu’nda, defterdârlığın bulunduğu sokağın adı Gümüşhâneli sokağı. Bizim diplomalının mantığına göre, kullanmamız gereken yeni karşılığı=Gümüşlüklü Sokağı. 

Peki, Türkçe’mizde bir de hastahânelik, tımârhânelik,… gibi kelimeler var. Onları ne yapacağız? 
 
Kolay efendim. Bizim diplomalının mantığınca hastahâne=hastalık, tımârhâne=tımârlık olduğuna göre, aynı mantıkla, hareket edersek, hastahânelik=hastalıklık, tımârhânelik=tımârlıklık olur. Tabîî bu arada, hastahânelik ve tımârhânelik kelimelerinden biri, bir şekilde dile gelerek bize: 
 
— Haydi ordan, asıl hastalıklık, tımârlıklık sizsiniz! 
Diyebilir. 

VE, TEKLÎFİMİZ 

Yazımızın başlığı, “Diplomalının Mantığı ve Bir Teklîf” şeklindeydi. Diplomalının mantığını gördük. Şimdi de teklîfimizi sunalım: 

Efendim, yöneticilerimiz sağolsunlar, Türkiye’mizi dünyâya tanıtmak için yıllardan beri çırpınıyorlar, canla-başla çalışıyorlar. Bunun için, yerli-yersiz, milyarları hattâ tırilyonları saçıp savurmakdan geri durmuyorlar. Ben derim ki: 

— Başda Millî Eğitim ve Kültür Bakanlıklarımız olmak üzere, üniversitelerimizin, basın-yayınımızın, medyamızın ve diğer ilgili ve ilgisiz kuruluşlarımızın anlı-şanlı ve de ünlü kişileri bir araya gelsinler. Her sene, bütün dünyâ milletlerinin iştirâk edeceği bir “MİLLETLER ARASI DİPLOMALI CÂHİLLER YARIŞMASI” tertiplenmesini sağlasınlar. Bu yarışma, yalnızca ve münhasıran lisân-dil üzerine olsun.
 
Yarışmaya katılan her milletin yarışmacılarına, kendi milletlerinin diliyle ilgili sorular sorulsun. Ben emînim ki, böyle bir yarışmada, PATAGONYA’yı bile sollayarak her sene tam kadro birinci oluruz. İşte sana müthiş bir tanıtım. Bütün dünyâ milletleri günlerce, belki bütün bir sene boyu hep bizi konuşurlar. Hattâ televizyonlarından, hakkımızda sarfedilen şuna benzer ifâdeler bile duymamız mümkündür. 

— Bıravo Türkiye’nin yöneticilerine! Aşk olsun Türkiye’yi yönetenlere. Bu çağda, böyle bir başarıyı gösteriyorlar, okumuş (=diplomalı)larına cehâletde bütün milletlerin okumuşlarını sollatabiliyorlar! Bıravo, bıravo, bıravo!... 

MÜHİM HATIRLATMA: Böyle bir yarışmada, her sene tam kadro birinci olmak istiyorsak, yarışmaya Türkiye’den iştirâk edeceklerin, behemehal okumuşlardan yâni falan fakülte, fülân yüksek okul veya feşmekân üniversiteden kapı gibi diploması bulunanlardan seçilmesi şart koşulmalıdır. Aksi halde, yarışmayı kaybeder, birinci olamayabiliriz. Meselâ, “Nasıl olsa bu, câhiller yarışması, Eh, bizim çaycı Ali Dayı da nasıl olsa câhildir. Öyleyse yarışmaya onu sokalım da birinciliği kazanalım!” gibi bir mantıkla hareket ederek çaycı Ali Dayı’yı yarışmaya soktuğumuzu kabul edelim. İmtihân heyeti de, meselâ şöyle bir soru sormuş olsun: 
 
— De bakalım, ÇAYHÂNE ne demek? 
 
Bizim Ali Dayı, hemen cevâbı yapışdırır: 
 
— Çayevi-çayocağı!... 
 
İşte gitti 100 üzerinden 100 puan… 
 
Halbuki, yarışmacımız, diplomalı (=okumuş)larımızdan biri olsa ve imtihân heyeti aynı soruyu ona yöneltip: 
 
— De Bakalım, ÇAYHÂNE ne demek!... 
 
Dese, bizim diplomalı yarışmacımız, bize 100 üzerinden 100 puan getirecek cevabı şıppadanak yapışdırır: 
 
— ÇAYLIK!.... 


1176 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Milli Ölçülerimiz - 24/08/2014
• Milletin efendisi ona hizmet edendir. - Hadis -
Katliâm - 24/08/2014
Şu insanoğlu; fıtratı itibariyle rahata, kolaylığa, hiç terleyip yorulmadan kazanmağa ve hiç zahmete katlanmadan ömür sürmeye ne de düşkündür..
Kur'ân Nedir ? (5) - 24/08/2014
Bugünün müslüman topluluklarının Kur'ân denince ne anladıklarını ve tatbikattaki durumun ne olduğunu kısaca gözden geçirmekte fayda vardır.
İşe Nereden Başlamalıyız? - 24/08/2014
Ey îmân edenler! Siz kendinize bakın. Eğer siz doğru yolda iseniz, sapıtanlar size zarâr veremez (Mâide Sûresi, âyet: 105).
Yeni Fetihlere Doğru - 24/08/2014
Fetihlerin en başta geleni millî benliğimize, yani kendi öz varlığımıza dönüş fethidir.
Kur'ân Nedir ? (1) - 24/08/2014
Bugünün müslüman topluluklarının Kur'ân denince ne anladıklarını ve tatbikattaki durumun ne olduğunu kısaca gözden geçirmekte fayda vardır.
Güç Kaynaklarımız - 24/08/2014
Her milletin, mâddi ve ma'nevi olmak üzere birtakım kuvvet kaynakları vardır.
Neden Helva Yapamıyoruz? - 24/08/2014
Un hazır, şeker hazır, yağ hazır, hepsi hepsi hazır, fakat biz bu hazır malzemeleri uygun biçimde kullanarak bir türlü helva yapamıyoruz. Acaba neden?
Kur'an Nedir? (2) - 24/08/2014
Bugünün müslüman topluluklarının Kur'ân denince ne anladıklarını ve tatbikattaki durumun ne olduğunu kısaca gözden geçirmekte fayda vardır.
 Devamı
Köşe Yazıları