• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/dilbilimciyamanarikan

Takvim
Site Haritası

Kitap Postası

Konuşan: Yaman Arıkan
Mülâkatı Yapan: Kitap Postası - Ferdi Amca
Mülâkatın Konusu: Yaman Arıkan
Mülâkat Tarihi: 13 Şubat 2006

Bir Yaman Arıkan vardı. Türk okuyucusu, 1965-1980 yılları arası bilhâssa tasavvufî eserleri hemen hemen yalnız onun kaleminden okurdu. Fakat uzun yıllardır bu kalem ortada görünmez olmuşdu.

Sebebini öğrenmek için kendisini aradık. Erenköyü’ndeki evinde bulduk ve bu husûsla ilgili bir mülâkaat yapdık. Yazarımızın, bilhâssa Türkçe’miz ve dînî yayınlar bahsinde hayli ızdırâp içinde bulunduğunu müşâhede etdik. Okuyucularımızın, başda Gazâlî olmak üzere Abdulkaadir Geylânî’den, Ahmed Rufâî’den ve Ebülleys Semerkandî’den yapdığı güzel tercümelerle yakından tanıdıklarını sandığımız yazarımızla yapılan bu mülâkaatı aşağıda sunuyoruz!

- Efendim, 80’li yılların başlarına kadar sizin tercümeleriniz oldukça yaygındı. Türk okuyucusu, bilhâssa tasavvufî eserleri ilk defa sizin kaleminizden okudu. Fakat nice zamandır, çalışmalarınızı piyasada göremiyoruz. Yaman Arıkan’ın sesi çokdandır neden çıkmıyor?

- Önce şunu ifâde edeyim. Bu sorunuzla benim bir millî ızdırâbımı deşelediniz. Evet, Türk okuyucusunun, 80’li yılların başlarına kadar bilhâssa tasavvufî-ahlâkî eserleri bizim kalemimizden okuduğu doğrudur. Yine, nice zamandır, çalışmalarımızın piyasada görülmediği de doğrudur. Bunun bir değil, gerçekde birkaç sebebi vardır. Ancak, ana sebep, beni o millî ızdırâba dûçâr eden sebepdir. Biz bu işe rasgele bir heves netîcesi başlamamışdık. Nâm-şân-şöhret için başlamamışdık. Kitleler nazarında îtibâr sâhibi kişi olalım diye başlamamışdık. Hele hele dînî-ahlâkî-tasavvufî yayın yolunu bir kazanç tarlası edinmek için hiç başlamamışdık. Uzun müşâhede ve gözlemlerimiz netîcesinde tesbit etdiğimiz bir husûs vardı. O, şuydu:

- Cemiyetimiz -ve topyekûn İslâm dünyâsı- büyük bir rûh sefâleti ve ahlâk düşüklüğü içindeydi. Sebebi de; rûhsuz, şekilci ve sâdece bedenî disipline bağlı bir dîn anlayışı girdâbına düşmüş bulunmasıydı. Geçmişi, bir değil birkaç asır ötesine dayanan bu hâl, böyle devam edip gidiyordu. Onun selâmete kavuşması ve haçlı-hıristiyan-siyonist dünyâsının maskarası olmakdan kurtulması bu rûhsuz, şekilci ve bedenî disipline bağlı dîn anlayış ve yaşayışından sıyrılmasında yatıyordu. Bu da ancak dînde öze dönüşle mümkün olabilirdi. Demek ki, insanımıza önce dînin hakîkat ve mâhiyetinin ne olduğu anlatılmalıydı. Dînde öze dönüş, ancak böyle bir başlangıçla sağlanabilirdi. Diğer tarafdan, cemiyetimizin geçmişinde köklü ve esaslı bir tasavvuf geleneği vardı. Günümüzde de saptırılmış şekliyle de olsa, hiç değilse dillerde, bir tasavvuf geleneğinden söz ediliyordu. Zâten gerçek tasavvuf da dînin-yâni İslâm’ın- özü, esâsı ve rûhu demekdi. İşte, bundan kırk yıl önceki bu tesbitlerim bana, işe tasavvufî-ahlâkî eserlerin neşriyle başlama gerekliliğini ilhâm etdi. Programı iki safhalı olarak tesbit etdim. Birinci safhada, büyük İslâm âlim ve evliyâlarının bu mevzûdaki eserleri Türkçeleşdirilip neşredilecekdi. İkinci safhada ise, asrımızın ufkundan da faydalanarak yine aynı mevzûda eserler hazırlanacak ve yayınlanacakdı. Büyük bir şevkle işe başladık. Yayınlanan her eser, insanımız tarafından âdetâ kapışılıyordu. Bunda, Türkçeleşdirilen eserin aslının güzelliği ile, tercümede kullanılan Türkçe’nin güzelliğinin yâni iki güzelliğin rol oynadığını okuyucular söylüyorlardı. Fakat, bizim o güzel eserleri yayınlamağa başlamamızın üzerinden henüz altı aylık bir zaman bile geçmemişdi ki, piyasa onların sahteleri ve taklidleri ile dolup taşmağa başladı. Öyle ki, tercümeden tercüme yapan sözde mütercimler türedi. Bunlar, kelimenin tam ma’nâsiyle, bizim tercümelerden tercümeler yapıyorlardı. Yapdıkları, belki de kaanun korkusuyla, bizim ifâde ve üslûbumuzda kısmen değişiklik meydana getirmekden ibâretdi. Meselâ ben “hayât” diyorsam, onlar bunu kaldırıp, yerine “yaşam” kelimesini oturtuyorlardı. Böylece, hem bozuk bir üslûp meydana geliyor, hem de eser aslını kaybediyordu.

Tercümeden tercüme yapan bu sözde mütercimlerin içinde hele biri vardı ki, sözde yapdığı tercümeye bir de, “el-Ezher Üniversitesi Mezunu falan oğlu fülan” diye imzâ atardı. Böylece, bizim tercümenin neşrini ta’kîp eden bir-iki aylık bir zaman içinde, onun tahrîf edilmiş taklîdi, piyasada hemen yerini alırdı. Yerden mantar bitercesine, öyle bir zümre türemişdi ki, bunların kimisi, dediğim gibi, tercümeden tercüme yapıyor, kimisi sizin eserinizin ismini taklîd ediyor, kimisi de eserinizi gizlice aynen basıp piyasaya sürüyordu. Bu arada, aynı piyasada, değişik ticârî ahlâksızlıklar da yaygındı. Meselâ, sözde dînî kitap yayını yapan öyleleri vardı ki, bir müddet sattığı bir kitabın ismini daha sonra değiştirip yeni bir kitapmış gibi piyasaya sürerdi. Böylece, kitabın satışı yeniden hız kazanırdı. Çünkü yeni çıkan bir kitabın ilk zamanlardaki satışı hızlı olur. Daha sonraları bir doygunluk meydana gelir ve satış hızı yavaşlar. Bazen de tamâmen durur. İşte, tam bir yahudi mantığıyle hareket eden bizim sözde dînî kitap yayıncısı mâhir muvaffakıyet simsarlarımız, kitabın ismini değiştirip yeni bir isimle piyasaya sürerek hem satışı yeniden hızlandırıyorlar, hem de sâdece ismi değiştirilmiş aynı kitapla, vatandaşın cebinden bir kerre daha para çekme başarısını gösterebiliyorlardı. Bir başka iğrendirici yolları da, aynı mütercimin tercümesine sözde başka başka mütercim isimleri koyup aynı eseri sanki bir başkası da tercüme etmiş havasını vererek bir tercüme ile, vatandaşın cebinden bir kaç defa para aşırmalarıydı. Bunlar, o zümrece pek tabîî kabul edilen ve büyük bir zevkle yapılan işlerdi. Anlatmağa kalksam, sizin, derginiz “KİTAP POSTASI”nın belki de 100 sayısının sayfalarının tamâmını buna tahsîs etmeniz gerekir. Bununla berâber, o âlemde şahsen karşılaşdığım sayısız çirkin işlerden bir-ikisini müşahhas olarak anlatmadan da geçemeyeceğim.

Bir gün, sözde dînî kitap yayını yapan bu kitabevlerinden birinin önünden geçmekdeydim. İçeriden adım söylenerek çağrıldım. Girince, yer gösterildi, biraz oturmam istendi. Oturdum. Çaycıya çay söylendi. Berâberce içdik. Çay faslı bitince, işyerinin 60 yaşlarında, ak sakallı sâhibi söze başladı. Ve aynen şunları söyledi:

- Senin Türkçe’n güzel. Bana şu Ömer Nasûhî’nin İslâm İlmihalini sâdeleştiriver. Yalnız bunu yaparken paragrafların ve bazı satır ve sayfaların yerlerini değiştir ki, onun ilmihali olduğu anlaşılmasın. Sana iyi para veririm!...

Herifin oğlu hırsızlığı kafasına koymuş. Sonra da’vâ edilme ihtimâline karşı, hırsızlığın ve sahtekârlığın nasıl yapılması gerekdiğini de tesbit etmiş. Kendisine haybeden ve bol para kazandıracak bu hırsızlık ve sahtekârlık işini fiiliyâta dökebilmek için de Türkçe’si ve üslûbu güzel olan YAMAN ARIKAN’I seçmiş.

O yıllarda, piyasada ÖMER NASÛHÎ’nin BÜYÜK İSLÂM İLMİHAL’inden başka ilmihal yokdu. Onun için, âdetâ peynir ekmek gibi satılıyordu. Ancak, ifâde ve üslûbu pek ağdalı olduğu için çok kimse anlamıyordu ve bu ağdalı ifâde ve üslûbundan herkes şikâyetçiydi. Fakat başka ilmihal bulunmadığı için, çâresiz herkes alıyordu.

Şahsıma böyle bir teklif yapıldığı zaman dehşetli sarsıldım. Zîrâ cemiyete, piyasaya, iş-güç hayâtına ve insanlarla münâsebet ve muâmelelere daha yeni başlamışdım. Yâni mektep sıralarından dirseğimi yeni çekmişdim. Bu sebeple, henüz, peygamberimizin bir hadîslerinde belirtilen “Fıtrat-ı İslâm” üzerindeydim. Şahsıma o teklîfi yapan şahıs ise, bu teklîfiyle beni “yahudileşme-nasrânîleşme” yoluna sevkediyordu. Halbuki, nâmus dâiresinde, “Bana bir İslâm İlmihali yazar mısınız?” dese, tereddüt etmez yazardım…

Aradan uzun yıllar geçdi. Biraz önce anlatdığım hâdiseler, akla hayâle gelmez yeni dalavereler de eklenerek gitdikçe daha da yaygınlaşıyordu. Bir gün, Cağaloğlu’ndaki yazıhânemde oturuyordum. Sözde dînî kitap yayını yapan yine o takımdan birisi geldi. Çay ikrâm etdim. Hal-hatır faslından sonra söze başladı:

- Falan mütercim, takma (uyduruk) bir adla bana kitaplarını satdı. Onları kendisi kendi adıyle basıp satıyor. Ben de aynı kitapları onun takma adıyle basıp satıyorum. O da kazanıyor, ben de kazanıyorum. Ben buna karşılık kendisine iyi para verdim. Şimdi sana teklîfim, şu GAFLETTEN KURTULUŞ isimli kitabını, senin tesbit edeceğin bir takma isimle ben neşredeyim. Sen, kitabını mütercimi YAMAN ARIKAN olarak yine neşre devam edeceksin. Benim basdığım aynı kitapda ise, mütercim olarak senin takma adın bulunacak. Böylece, hem sen kazanacaksın hem ben. Eğer kabul edersen, sana yüklü bir telif ücreti de vereceğim!...

Bu teklîf, aynı bir kitapla vatandaşın cebinden iki defa para çekme teklîfiydi. Böyle bir sahtekârlığı, Tahtakale’nin meşhur dızdızcıları ve zarfçıları bile düşünemezlerdi. Benim ahlâk anlayışım, bu şahsın sille-tokat hemen kapı dışarı edilmesini gerektiriyordu. Bir tek kelime dahi söylemeden hemen ayağa kalkdım. Çekip gitmesi için, başka şeylerle meşgul olur gözükdüm. Aradan bir kaç gün geçdi. Aynı şahıs, bu sefer telefon etti ve o teklîfini tekrârladığını söyledi. Böyle bir şey düşünmediğimi söyleyerek telefonu kapatdım. Fakat bir müddet sonra yine yazıhâneye geldi ve o teklîfinde ısrâr ettiğini söyledi. Artık, münâsip bir üslûpla kendisine bir şeyler söylemek âdetâ farz oldu. Dedim ki:

- Bak… bey! Benim ahlâk anlayışıma göre, şimdi seni buradan sille-tokat kovmam lâzım. Ancak, ben bunu yapmıyorum. Hemen buradan çık, git. Ve bir daha da böyle bir teklifle benim yanıma gelme!...

Gitdi. Fakat benden bu şekilde kitabın yayınını alamamış olmasını hazedememiş olmalı ki, benim, GAFLETTEN KURTULUŞ adıyle neşretdiğim ve Arapça adı TENBÎHÜLGÂFİLÎN olan o kitabı, sözde birisine tercüme etdirmiş ve TENBÎHÜLGÂFİLÎN adıyle, tek cild hâlinde bir başkası vâsıtasiyle bastırtmış. Tabiî ki buna kimse bir şey diyemez. Bir başkasının tercümesinin ifâde ve üslûbunu çalmamak ve isimde benzerlik-iltibâs kurnazlığına gitmemek şartıyle, kılâsikleşmiş bir eseri herkes tercüme edip yayınlayabilir. Ne var ki, bu şahsın, tek cild hâlinde ve TENBÎHÜLGÂFİLÎN adıyle yayınladığı bu kitap, piyasada tutulmadı ve satılmadı. Bizim tercüme, GAFLETTEN KURTULUŞ adını taşıyordu ve iki cild hâlinde neşredilmişti. Bu şahıslar, TENBÎHÜLGÂFİLÎN adıyle yayınladıkları kitap tutulmayınca ve hızlı satılmayınca, bu sefer, kitabı ortadan ikiye bölüp iki cild hâline getirerek, adını da GAFLETTEN KURTULUŞA koyup öylece piyasaya sürdüler…

Anlatdığım ve anlatmadığım bu sahtekârlıklar ve düzenbazlıklar karşısında, zaman zaman kendi kendime şu soruyu sormuşumdur:

- Acaba şeytan, şeytan ismiyle müsemmâ olmasına rağmen, böyle hîlekârlıklar düşünebilir mi?...
Bu arada, hemen bir husûsu da samîmiyetle ve ehemmiyetle belirtmek isterim. Ben, geçmişde kalmış bütün bu olup bitenleri, o insanlarımızı kötülemek ve kendime iyi bir pay çıkarmak için anlatmıyorum. Bil’akis, târihde, peygamber devrinden sonra, İslâm’ın yüce ahlâk esaslarını en iyi şekilde temsîl etmiş, uygulamış ve yaşamış şanlı bir milletin bugünkü torunlarının, mâdde hırslariyle ne durumlara düştüklerini gözler önüne sermek için anlatıyorum. Dînin ve dîndârlığın temeli, esâsı, özü ve temel direği dürüstlükdür, samîmiyetdir, ihlâsdır, içi-dışı bir olmakdır, her türlü fiil ve hareketde el-dil dürüstlüğüdür. Halbuki zamanımızın müslümanları günlük iş-güç hayâtında, alış-veriş hayâtında, çarşıda-piyasada, îmâlat hayâtında, velhâsılı birbirleriyle olan münâsebet ve muâmelelerde bu vasıfları sergileyemiyorlar. Zîrâ, günümüzde ticârî hayâtda, alış-veriş hayâtında, iç-güç hayâtında,… çok ve çeşitli hîleler, aldatmalar, dalavereler oluyor. İşin garîbi, bu hîleleri yapanlara sorduğunuzda hepsi de mümin-müslüman olduklarını ifâde ediyorlar. Hattâ bir çokları, dîni-îmânı kimseye bırakmıyor. Oysa ki peygamberi de, “Alış-verişde hîle yapanlar-aldatanlar bizden değildir!” buyuruyor.

Günümüzde ise âdetâ alış-verişde biraz yalan söylenmezse, biraz hîle yoluna başvurulmazsa, biraz düzenbazlık yapılmazsa kazanç sağlanamayacakmış gibi bir zihniyet sergileniyor…

- Bütün bu anlatdıklarınızdan sonra, “Çekildik izzet ü ikbâl ile Bâb-ı âlî’den” demek istediğinizi söyleyebilir miyiz?
- Bir nevî…

- Tasavvufî tercümeleri izleyen okuyucular, sizi “Bir Gazâlî mütercimi” olarak hatırlıyor daha çok. Sizi Gazâlî’nin eserlerini tercüme etmeğe sevkeden sebepler neler idi?

- Gazâlî’nin İslâm tefekkür târihinde büyük bir yeri vardır. O, meseleleri anlatırken, Kur’ân’ı ve Sünnet’i esas almakla berâber, hep aklı kullanır, aklı çalışdırır, mantık ve muhâkemeyi işletir. Meseleleri aslâ kuru, yavan ve cansız bilgiler sıralamak şeklinde ele almaz. Bil’akis, anlatdığı husûsu, iyice; bir akıl, mantık ve muhâkeme süzgecinden geçirir. Hâlbuki bazı müellifler, âdetâ aklı devre dışı bırakırcasına, meseleleri kuru, yavan ve cansız bilgiler sıralamak şeklinde ele alırlar. İşte bu durum, beni, işe Gazâlî ile başlamağa sevketdi. Bahsetdiğim ve kırk yıl önce devreye soktuğum projenin birinci safhası olan tercüme eserler listesinin başında GAZÂLÎ KÜLLİYÂTI vardı. Yazık ki, darbelendik ve akîm kaldı.

- Abdülkaadir Geylânî’den, “ABDÜLKAADİR GEYLÂNÎ’NİN SOHBETLERİ” adıyle neşretdiğiniz tercümeniz var. Bu tercümenizi, eserin başkaları tarafından yapılmış diğer tercümeleriyle karşılaşdırır mısınız?

- Maal’esef, Türkiye’de, Türkçe bilmez birtakım sözde mütercimlerle, paradan başka bir şey tanımayan yahudi zihniyetli birtakım sözde dînî kitap yayıncılarının, daha doğrusu, dîni kendilerine mâddî-süflî kazanç tarlası edinmiş sefîhlerin mahvetdiği eserlerden biri de bahsetdiğiniz o eserdir. Türkiye’de, şimdiye kadar, tercüme eserler içinde sâdece iki tercüme hakkında “Türkçesi, aslından iyi olmuş” ifâdesi kullanıldı. Bunlardan biri, Prof. E. Sabri Siyavuşgil’in 1950’lerde Fransızca’dan tercüme etdiği bir eserdir. Siyavuşgil’in o tercümesi için, gerek Fransız ve gerekse Türk ilim ve fikir adamları, o zaman şu ifâdeyi kullanmışlardı:
- Türkçe’si Fransızca’sından iyi olmuş!...

Benzeri ikinci ifâde de, bizim tercüme edip “ABDÜLKAADİR GEYLÂNÎ’nin SOHBETLERİ” adıyle neşretdiğimiz eser hakkında kullanıldı. 1980’lerin başında, tercüme yayınlandıkdan kısa bir müddet sonra bir gün, o devir İstanbul’unun meşhur vâizlerinden birisiyle karşılaşdım. Selâmdan sonra, daha başka hiç bir şey söylemeden, ağzından şu cümleler döküldü:

- Yaman, Fethurrabbânî’nin Türkçesi -Abdülkaadir Geylânî’nin Sohbetleri- Arapça’sından güzel olmuş. Daha önceleri Arapça’sını okumuş olduğum halde, günlerce ve gecelerce Türkçe’sini elimden bırakamadım!...

- Tasavvuf alanında tercüme faâliyetlerinin artdığı açık. İzliyor musunuz bu alanı?
- Hayır, izlemiyorum.

- Günümüz tasavvuf mütercimleri içinde öne çıkan isim veya isimler var mı?
- Bu sâhadaki yayınları ta’kîp etmediğim için, öne çıkan isim veya isimlerin var olup olmadığını da bilmiyorum.

- Tercüme yapdığınız dili nerede öğrendiniz? Bu alandaki tahsîlinizden söz eder misiniz?
- Ben bu sorunuzun, “Tercüme yapdığınız dilleri – dili değil, dilleri – nerede öğrendiniz?” şeklinde olmasını arzu ederdim. Zîrâ tercüme deyince, gerçekde akla bir değil, iki ayrı dil gelir. Ben, tasavvufî-ahlâkî eserleri Arapça’dan Türkçe’ye aktardım. Bu durumda, ortada iki dil bahis konusudur: Arapça ve Türkçe. Her iki lisânı da Türkiye’de ve İstanbul’da öğrendim. Bizde eksik, hatâlı, hattâ yanlış bir değerlendirme var. Bir insanın ana dili ne ise, onun, peşînen o dili bildiği kabul ediliyor veya öyle sanılıyor. Halbuki, akademik ıstılahda mesele hiç de öyle değildir. Ana dili Türkçe olan, meselâ çaycı Ali Efendi, Türkçe konuşuyor, yânî Türkçe bilir. Fakat onun Türkçe bilmesi, avâmî ma’nâda bilmedir. Zîrâ eline bir defter tutuşdurulsa da Türkçe beş-on cümlelik bir şeyler yazması istense, imlâ hatâsız, düşük cümlesiz belki de tek satır yazamaz. Aynı şekilde, yine eline tutuşdurulan bir ilmî-edebî eseri doğru dürüst anlayamaz, anlatamaz. Ana dili Arapça olan, avâmdan bir Arap da böyledir. Benim ana dilim Arapça değil. Fakat Gazâlî’yi okur anlarım, Fahreddin Râzî’yi okur anlarım. Zemahşerî’yi, İbni Sînâ’yı, Abdülkaadir Geylânî’yi, Ahmed Rufâî’yi,… okur anlarım. Halbuki ana dili Arapça olan bir avâmî Arap, onları benim gibi okuyup anlayamaz. İşte bizim sömürge aydını kafalı bazı yöneticilerimizle bir kısım eğitimcilerimiz bu hassâs noktaları anlayamadıkları için, son yarım asrın lise hattâ üniversite bitirmiş nesillerini cehâlete, dil bilmezliğe yâni Türkçe bilmezliğe mahkûm etmişlerdir. Zîrâ onlar, ana dili Türkçe olan gençlerimizin Türkçe’yi bildikleri kanâatindedirler. Hattâ, öyle âhım-şâhım Türkçe dersine bile gerek yokdur. Bu sebeple, gençlerimize, var gücümüzle yabancı dil (gâvurca, sömürgeci gâvur dili) öğretmeliyiz. Yabancı kültürlerle beyni mantarlaşmış yönetici veya eğitici düşünemez ki, kendi dilini iyi öğrenmeyen bir insan, başkasının dilini de iyi öğrenemez. Günümüzde, vazgeçdim lise mezunundan, üniversite bitirmiş gençler bile yanlışsız üç-beş satırlık bir yazı yazamıyorlar. Vâh ki ne vâh!...

Ben, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunuyum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesi’nde okudum. Orta mektep ve liselerde hârika denebilecek bir düzen, disiplin ve eğitim vardı (1950’ler). Beyoğlu Ortaokulu’nu bitirip Kabataş Erkek Lisesi’ne geçdiğimde, kitâbet (yazı, kompozisyon) derslerimizde nâdiren imlâ hatâsı veya düşük cümle bulunurdu. Lise son sınıfa geldiğimizde ise, yazdıklarımızda imlâ ve düşük cümle hatâlarına hemen hemen hiç raslanmazdı. Vefât eden hocalarımız nûr içinde yatsın. Hayâtda olanlara da Cenâb-ı Hakk, sağlıklı nice yıllar versin…

Diyeceğim şu ki, Arapça’dan veya herhangi bir dilden tercüme yapacak kişi, öncelikle Türkçe’yi iyi bilmiyorsa, o, Arapça’yı-veya herhangi bir yabancı lisânı- da iyi bilmiyor demekdir. O takdirde onun yapacağı iş, biraz önce anlatdığım gibi, birisinin tercümesinden tercüme yapıp, altına da “el-Ezher Üniversitesi mezunu falan oğlu fülân” diye imzâ atmakdır…

Arapça’ya gelince, diyebiliriz ki, iki çeşit Arapça vardır. Bunlardan biri, Allah’ın Kelâm’ı Kur’ân’ı Kerîm’in dili olan “Fasîh Arapça”dır. Diğeri de avâm lisânı olan Arapça’dır. Öteden beri, Araplar arasında bir söz vardır. “Türkler Arapça’yı bizden iyi bilir” derler. Doğrudur. Gerçekden, Türkler, Kur’ân-ı Kerîm’in lisânı “Fasîh Arapça”yı Araplardan daha iyi bilirler. Zâten, tâ ünlü Karahanlı cedlerimiz devrinden îtibâren, yine şanlı Osmanlı cedlerimizin son devirlerine kadar devam eden bir çalışma ile, o fasîh Arapça’yı Türkler geliştirmişlerdir. Öyle ki, Karahanlılar devrinden bu yana, fasîh Arapça ile yazılmış İslâmî ilim, irfân, kültür ve tefekkür eserlerinin en seçkinleri, Türk asıllı âlim, edîp, şâir ve mütefekkirlerin kaleminden çıkmışdır. İşte ben, Kur’ân lisânı o fasîh Arapça’yı Türkiye’de ve İstanbul’da öğrendim.

- Tasavvuf alanına ilginizin sebeplerini merak ediyoruz.
Bu sorunuzun cevâbı, ilk sorunuzun cevâbının içinde mevcud. Bununla berâber, kısaca bir kerre daha ifâde edelim:
Gerçek tasavvuf akımı; dînin bedenîleşdirilmesi, rûhsuzlaşdırılması, şekilci merâsimlerden ibâret duruma düşürülmesi, kısacası esas rûhundan ve özünden uzaklaşdırılıp mâddîleşdirilmesi üzerine ortaya çıkmışdır. Yâni gerçek tasavvuf, dinde öze ve esâsa dönüş hareketidir. Demek ki, ortada, yozlaşdırılmış ve esas gâyesinden saptırılmış bir dîn anlayış ve yaşayışı var. Buna karşılık, bir de, bu anlayış ve yaşayışı özüne ve esas rayına oturtma gayretinde olan bir tasavvuf akımı var. Dînin, özünden uzaklaşdırılmış ve rayından çıkarılmış olduğunu görüp rûhunda bunun ızdırâbını duyan bir müslümanın, tasavvuf alanına ilgi duyması pek tabîî bir şeydir. Dilerim, Cenâb-ı Hakk, bu ızdırâbı duymayı her mümin-müslümana nasîp etsin!...

- Efendim, aslında, müsâmahanıza sığınarak, izzet ü ikbâl ile Bâb-ı âlî’den çekildikden sonraki bu yirmi beş yılınızı nasıl geçirdiğinizi de soracakdım.Ancak, bu ızdırâplarınıza, hayâl kırıklıklarınıza rağmen, girdiğiniz mukaddes yolda yine de aşk ve şevk içinde umutlarla dolu olduğunuzu müşâhede edince anladım ki, o yirmi beş yılın hikâyesi bir başka mülâkaat mevzuu.

Teşekkür ederiz.


Yorumlar - Yorum Yaz
Köşe Yazıları