• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/dilbilimciyamanarikan

Takvim
Site Haritası

Oğuz Çetinoğlu

Konuşan: Yaman Arıkan 
Mülâkatı Yapan: Oğuz Çetinoğlu 
Mülâkatın Konusu: Yûnus Emre
Mülâkat Tarihi: 21.08.2009

- Efendim, hayâtınızın 40 yılını Yûnus Emre araşdırmalarına hasretdiniz. Meydana getirdiğiniz eser, inşâallah en kısa zamanda gün ışığına çıkar. Bu eserinizle, Yûnus Emre hakkında en kapsamlı çalışmaya imzâ atmış bir kişi olarak “Yûnus uzmanlığınız” tescillenecek. Bu sebeple, mülâkatımıza konu olarak Yûnus’u aldık. Okuyucularımıza, Yûnus Emre’nin şahsiyeti hakkındaki belirlemelerinizden söz eder misiniz?

- Oğuz Beyefendi, bilirsiniz, bir kişinin şahsiyetini, gerçekci bir gözle ve tam olarak belirtmiş olmak için onun şahsının husûsiyetlerini, özelliklerini, meziyetlerini, müsbet-menfî yönlerini,… ayrı ayrı sayıp dökmüş olmak gerekir. Bizde umûmiyetle, bir kişinin şahsiyeti belirtilirken, daha çok, müsbet yönleri üzerinde durulur; meziyetleri, fazîletleri ve müsbet yönleri sayılıp dökülür. Bir insan olması hasebiyle, menfî taraflarının da bulunabileceği hemen hemen hiç düşünülmez. Ancak, nâdir olmakla berâber, hiç şüphesiz, Allah’ın kullarının içinde, menfîliklerden arınmış şahsiyetler de vardır. Benim 40 yıllık berâberliğimde müşâhede etdiğim kadariyle, BİZİM YÛNUS, menfîliklerden arınmış bu nâdir şahsiyetlerden biridir. Bu bakımdan, bu sorunuza cevap olarak onun şahsiyetini farklı bir yöntemle anlatma ihtiyâcını hissediyorum.

Bilirsiniz, Türkçe’mizde; bir şeyin temiz, arı, saf, pâk ve gıll u gışsız olduğunu belirtmek için, “süt gibi” veya “süt gibi temiz” ifâdelerini kullanırız. İşte, Yûnus’un şahsiyeti bahis konusu olunca benim zihnimde dâima ve hep bu ifâdeler yankılanır. Bu sebeple; onun husûsiyetlerini, özelliklerini, meziyetlerini, fazîletlerini, yüksek insânî hasletlerini teker teker sayıp dökmek içimden hiç mi hiç gelmez.

Yine, meselâ “su” kelimesinin şümûlüne giren sulardan bazılarını hatırlayalım. Bilindiği gibi, su, insan bünyesinin başda gelen en zarûrî ihtiyâç mâddelerinden biridir. Meselâ şehir şebeke suyu bir sudur. Bununla berâber, içme suyu dediğimiz diğer sulardan birine sâhipseniz, ondan içmeyi tercîh eder, şehir şebeke suyunu içmek istemezsiniz. Halbuki o da sudur. Şurada-burada öyle çeşmeler veya kaynaklar vardır ki, suları pek yavan ve kabadır. Mecbûr kalmadıkça onlardan içmez veya içmek istemezsiniz. Bu tip sular, halk ağzında “kaba” kelimesiyle ifâde edilir. Deniz suyuna su değil diyemezsiniz. Deniz suyu da bir sudur. Bununla berâber, onu içmezsiniz veya içemezsiniz.

Bütün bunlardan başka, bazen Türk yurdu Anadolu’nun yalçın kayalı dağlarından veya çam ormanları arasından fışkıran öyle kaynak suları da vardır ki; içdikçe içeceğiniz, dönüp dönüp içeceğiniz gelir. Halk arasında, böyle sular için, “Âb-ı hayât gibi” ifâdesi kullanılır. Bilindiği gibi, “Hayât Suyu” ma’nâsına gelen Âb-ı hayât yâni Bengisu, içenleri çok uzun yıllar yaşamağa veya ölümsüzlüğe kavuşduran su olarak bilinir. İşte, Yûnus’un şahsiyeti bahis konusu olunca benim zihnime dâimâ ve hep, halkımızın Bengisu’ya yâni Âb-ı hayâta benzetdiği o yalçın kayalı dağlardan veya çam ormanları arasından fışkıran o kaynak suları gelir. Bu arada, Yûnus’u tanıdıkdan ve onunla 40 yıl berâberlikden sonra, sanki Bengisu ( = Âb-ı hayât )dan içmişcesine bahtiyârlık duyduğumu da cân ü gönülden ifâde etmek isterim.

- Yûnus Emre, batılıların “misyon” olarak adlandırdıkları anlamda, bir “özel görev”in temsilcisiydi. Onun bu özel görevini anlatır mısınız?

- Oğuz Beyefendi, kabul buyurursanız, önce sizi harâretle kutlamak isterim. Zîrâ, “Yûnus” denince, birinci derecede ve evveliyetle bilinmesi gereken husûsa temâs etdiniz. Gerçekden, Yûnus’un misyonunu bilmeyen, gerçek ma’nâda onu anlamış olmaz. Bu bakımdan, daha sohbetimizin başında onun misyonuna temâs etmeniz fevkal’âde isâbetli olmuşdur. Şimdi, önce bu Firenkçe kelimenin hem ma’nâsına, hem de kullanılış şekline kısa bir göz atalım. Daha sonra da “Yûnus’un misyonu”na geçelim.

Misyon, “Bir şahsa veya bir heyete verilen ve husûsî ve yüksek bir gâye taşıyan vazîfe-görev-hizmet” demekdir. Firenkler, bilhâssa haçlı-Hıristiyanlar, kelimeyi bu ma’nâda kullanırlar. Türk halkının yabancısı olmayan “misyoner” kelimesi de aynı kökden gelir. Misyoner, “Husûsî ve yüksek bir gâye ile vazîfeli kişi” demekdir. Haçlılar, özel sûretde ve ajanlık rûhuyla yetişdirdikleri adamlarını, Hıristiyan olmayan ülkelere bilhâssa Türk-İslâm ülkelerine çeşitli isim ve kılıklar altında salarlar. Bunların, gitdikleri ülkelerdeki vazîfeleri yâni misyonları, başda Hıristiyanlık propagandası olmak üzere, o ülke halkı arasına fitne-fesâd ve ayrılık tohumları saçmak, yerleşik inançları za’fa uğratmak, topluluklar arasında ihtilâflar çıkarmak ve kargaşalıklar yaratmakdır. Misyonerin ta’rîfinde, “…yüksek bir gâye” ifâdesini kullanmışdık. Görüldüğü gibi, uygulamadaki durum hiç de yüksek değil, bil’akis, “denî” ve “alçak”. Hak dîndeki bir insanı yâni bir Müslüman’ı, bâtıl dîne yâni Hıristiyanlığa çekmek, temiz ve ma’sum halk arasında fitne-fesâd ve ayrılık tohumları saçmak, hak ve doğru inançları za’fa uğratmak, topluluklar arasında ihtilâflar çıkarmak ve kargaşalıklar yaratmak, bütün bu denî ve alçak fiillere bir de “…yüksek gâye” kılıfını giydirmek, haçlıların cibilliyetlerinin îcâbıdır. Yâni onlar cibilliyetlerinin îcâbını yapmakdadırlar. Türk’ün vazîfesi ise, haçlının cibilliyetinin îcâbını Türk vatanında sergilemesine meydan ve fırsat vermemekdir.

Firenkçe bu misyon kelimesinin Türkçe karşılığı, “vazîfe-görev”dir. Yûnus’un misyonu demek, “Yûnus’un vazîfesi-görevi” demekdir. Atatürk’ün misyonu demek, “Atatürk’ün vazîfesi-görevi” demekdir. Bunları biraz daha geniş şekliyle ifâde edersek, Yûnus’un misyonu dediğimiz zaman, bu, “Yûnus’un husûsî ve yüksek bir gâye taşıyan vazîfesi-görevi” demek olur. Atatürk’ün misyonu dediğimiz zaman, bu, “Atatürk’ün husûsî ve yüksek bir gâye taşıyan vazîfesi-görevi” demek olur.

Şimdi burada bir husûsa dikkat etmemiz gerekiyor. Misyoner, bir misyon yükleniyor. Yâni misyonerin uhdesinde bir misyon ( = vazife-görev ) bulunuyor. Fakat ona bu misyon, kendisini özel sûretde ajan rûhuyla yetişdirenler tarafından veriliyor. Gâzî Paşa ile Yûnus’un uhdesinde de birer misyon ( = vazîfe-görev ) bulunuyor. Fakat Yûnus da, Gâzî Paşa da, bir teşkîlât tarafından özel bir rûhla yetişdirilmedikleri gibi, uhdelerindeki misyonu herhangi bir teşkîlâtdan almış da değiller. Onlara bu misyon ( = vazîfe-görev ) yücelerden veriliyor, yücelerden tevdî’ ediliyor. Bunu biraz sonra göreceğiz.

Şimdi gelelim Yûnus’un misyonunun ne olduğuna. İstesek, bunu burada hemen bir tek cümle ile ifâde edebiliriz. Fakat o zaman mesele, havada kalmış mücerred bir iddiâ olarak görülebilir. Bu sebeple, önce Yûnus’un misyonunu tescilleyen delilleri açık-seçik ortaya koyalım. Daha sonra da o tek cümlelik ifâdeyi görelim.

Yûnus’un misyonunun ne olduğunu anlamak, iki husûsun bilinmesine bağlıdır. Bunlardan biri, “Türk Milleti’nin yerleşik târihî millî inancı”dır. Diğeri de, “Yûnus devrinde Türklüğün Anadolu’daki durumu”dur. Bu iki husûsu bâriz bir şekilde gözler önüne serdiğimiz an, Yûnus’un misyonunun ne olduğu açıkça ortaya çıkacakdır.

Yerleşik târihî millî inanca göre, ilâhî irâde, Türk Milleti’nin uhdesine cıhanşümûl ve mukaddes bir vazîfe tevdî’ etmişdir. Kıyâmete kadar devam edecek olan bu vazîfe, “îlâ-yi Kelimetullah” veya “Nizâm-ı Âlem Ülküsü”dür. Buna göre, Türk Milleti, yeryüzünde ilâhî nizâm ve düzeni yaşamak, yaşatmak, yaymak, korumak ve kollamakla mükellef ve vazîfelidir. Nitekim; ulu ceddimiz, ilk büyük Türk Hâkanı Oğuz Han’ın, hâkan olur-olmaz dört bir yana yolladığı yarlığların üslûbu bu husûsu te’yîd eder mâhiyetdedir. Oğuz Han, hâkanlık tahtına oturunca büyük bir toy ( = ziyâfet ) verir. Bütün Oğuz Beyleri ve halk oradadır. Yenilir, içilir. Toydan sonra Oğuz Han, beylere ve halka bir hıtâbede bulunur:

Ben sizlere oldum hâkan,
Alalım yay ile kalkan,
Nişan olsun bize buyan,
Kurt olsun bize uran,
Demir kargılar olsun orman,
Av yerinde yürüsün kulan,
Daha deniz daha müren,
Güneş bayrak gök kurukan!

Oğuz Han, kendi halkına îrâd etdiği bu hıtâbeden sonra, dört bir yana yâni yeryüzündeki diğer insan topluluklarına da yarlığ ( = emir, fermân, irâde, buyrultu )lar gönderir. Bu buyrultularda şöyle denilmekdedir:

- Ben Türklerin hâkanıyım! Yeryüzünün dört bucağının hâkanı da olmam gerek. Sizden baş eğmek dilerim. Bana baş eğenleri dost edinirim. Baş eğmeyenleri düşman sayarak üzerlerine ordumla yürürüm!...

Türk Milleti, yeryüzünde ilâhî nizâm ve düzeni yaşamak, yaşatmak, yaymak, korumak ve kollamakla mükellef ve vazîfeli tutulunca, onun adının ve sanının hiçbir zaman yok olmaması gerekir. İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakk, Türklüğün yeryüzündeki millî varlık ve bekası tehlikeye düşdüğü an; “Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye” bir millî önder, bir millî mürşid, bir millî kahraman, bir millî âbide şahsiyet gönderir. Ulu ceddimiz Göktürk hâkanı Bilge Han, ilk büyük Türk hâkanı Oğuz Han’dan bu yana var olan yerleşik târihî millî inancımızın bu yönünü Göktürk Kitâbelerinde pek güzel dile getirir:

- Tanrı, Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye, önce babam İlteriş-Kutluk Hâkan’la annem Bilge Hâtun’u tahta oturtdu. Türk Milleti’ne il ( = ülke, vatan, yurt ) verdi. Daha sonra, yine Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye, beni tahta oturtdu!...

Görüldüğü gibi, gerek Göktürk Hâkanı’nın bu tesbîti, gerekse, bilinen ilk büyük Türk Hâkanı Oğuz Han’dan bu yana târihimizin akışı, yerleşik târihî millî inancımızın doğruluğunu te’yîd eder mâhiyetdedir. Gerçekden, Türk Milleti, bugüne kadarki târihi boyunca pek çok bunalım ( = buhrân )larla karşı karşıya kalmışdır. Fakat ilginçdir, yine çok kerre, bunalımın atlatılmasında ümitlerin nerdeyse tamâmen kesilmek üzere bulunduğu bir sırada, ortaya çıkan ve milletin başına geçen bir millî önder, bâdirenin bertaraf edilmesine vesîle olmuşdur. Târihimizin sînesinde işte bir de böyle millî önderler, millî mürşidler, millî kahramanlar ve millî âbide şahsiyetler bulunmakdadır. Bu silsilenin bilinen ilk büyük halkası, ulu ceddimiz Oğuz Han’dır. Şimdilik, son büyük halkası da Gâzî Mustafa Kemâl Paşa’dır. İkisi arasında, buhrânlı-bunalımlı devirlerde Türk Milleti’ne önderlik ve mürşidlik etmiş pek çok halka bulunmakdadır…

Öyle sanıyorum ki, “millî önder” veya “millî mürşid” denince, çoğumuzun aklına, sâdece devlet reîsi veya devlet yöneticisi, veyahut da ordu komutanı olarak milletin başında bulunmuş şahsiyetler gelir. Bu, doğru olmakla berâber, eksik bir değerlendirmedir. Zîrâ, biraz önce sözünü etdiğimiz; târihimizin millî önderleri, millî kahramanları, millî mürşidleri ve millî âbide şahsiyetleri silsilesinde, devlet reîsi veya yönetici veyahut da ordu komutanı olmadığı hâlde o silsileye dâhil olan şahsiyetler de vardır. Meselâ BİZİM YÛNUS bunlardan biridir. Gerçekden Yûnus, ne bir devlet reîsidir, ne bir devlet yöneticisidir, ne de bir ordu komutanıdır. Sâdece, kendi köşesinde, mütevâzîce ve mahviyetkârlık içinde hayât süren sıradan bir Türk evlâdıdır. Fakat bu hâl, onun zâhirdeki ve görünürdeki durumudur. Gerçekde ise o, Türklüğün çok bunalımlı bir devrinde, “Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın” diye, ilâhî irâdece gönderilmiş bir “millî mürşid”dir, bir “millî önder”dir, bir “millî kahraman”dır, bir “millî âbide şahsiyet”dir. Şimdi, önce bunu îzâh edelim. Hemen peşinden de, Yûnus’un misyonunu anlamamızı sağlayan iki husûsdan ikincisine yâni “Yûnus devrinde Türklüğün Anadolu’daki durumu” bahsine geçelim.

Milletlerin veya devletlerin varlık ve bekaları, iki temel unsurun dâimî ayakda olmasıyle mümkündür. Bu iki unsurdan biri, o devletin mâddî-fizîkî varlığıdır. Diğeri de ma’nevî-kültürel varlığıdır. Devletin mâddî-fizîkî varlığı, başda vatan ( toprak ) olmak üzere müstakil idâre ve idârî teşkîlâtdır. Eğer vatan ( toprak ) elden giderse veya millî-idârî teşkîlât çökerse ortada devlet yok demekdir. Vatan ( toprak ) ve millî-idârî teşkîlât, bir devletin ve milletin mâddî ayağıdır. Bir devletin ve milletin ma’nevî ayağı ise millî dil ( lisân ) ve ona bağlı olarak millî kültür ve millî rûhdur. Eğer millî dil yok olursa veya millî rûh ve millî kültür çökerse ortada yine devlet yok demekdir. Kısacası, bir devletin iki ayağı vardır. Bunlardan biri, onun mâddî-fizîkî ayağıdır. Diğeri de ma’nevî-kültürel ayağıdır. Vatan ( toprak ) ve millî-idârî teşkîlât, o devletin mâddî ayağıdır. Dil ve ona bağlı olarak millî kültür ve millî rûh da ma’nevî ayağıdır. Bir devlete devlet denilebilmesi için, onun her iki ayağının da sağlam olması ve kendi iki ayağı üzerinde duruyor olması gerekir. İki ayakdan biri ortada yoksa, gerçek ma’nâda devlet de yok demekdir. Hemen ifâde edelim ki, ehemmiyetçe ve hayâtiyetçe bu iki ayak birbirinden çok farklıdır. Diyebiliriz ki, dilden ve ona bağlı olarak millî rûh ve millî kültürden ibâret olan ma’nevî ayak, hayâtî ayakdır. Öyle ki, eğer bu ayak tamâmen çöker ve yok olursa, artık o devletin veya milletin tekrâr dirilip ayağa kalkması imkânsızlaşır. Aksine, bir devletin yalnız mâddî-fizîkî ayağının çökmüş olması durumunda ise, onun her an doğrulup kendi ayakları üzerinde varlığını devam etdirmesi imkân dâhilindedir. Sözün kısası, sâdece vatan veya idârî teşkîlât elden giderse, onların tekrâr kazanılması her ana için mümkündür. Fakat esas millet mefhûmunu doğuran ve ona vücûd veren dil ( lisân ) ve ona bağlı olan millî kültür ve millî rûh yok olursa, artık o devleti veya o milleti diriltmek imkânsızlaşır. Bu husûsu daha müşahhas bir misâlle şöyle açıklayabiliriz:

Her insanın bir bedeni ( mâddî-fizîkî varlığı ) vardır, bir de rûhu ( canı ) vardır. Zaman zaman, insanın bedenî ( mâddî-fizîkî ) varlığında birtakım ârızalar, sıkıntılar ve râhatsızlıklar meydana gelebilir. Bu ârızalar, yerine göre şiddetli veya zayıf, ağır veya hafif olabilir. Fakat can ( rûh ) bedende bulunduğu yâni can çıkmadığı müddetçe, o ârızalar zamanla giderilebilir, beden sıhhate kavuşdurulabilir. Ancak, eğer can bedeni terk etmişse, artık yapacak bir şey yokdur. O insanı ( bedeni ) tekrâr diriltmek mümkün değildir. Çünkü rûhu ( canı ) yitmişdir. Bu misâli bir millete uygularsak, o milletin mâddî-fizîkî varlığı yâni vatanı, müstakil idâresi ve idârî teşkîlâtı o milletin bedeni mesâbesindedir. Dili ( lisânı ) ve dile bağlı olan millî kültürü ile millî rûhu da yine o milletin canı ( rûhu ) mesâbesindedir. İşte, nasıl ki rûhu yitmiş ( canı çıkmış ) bir insanı tekrâr diriltmek imkânsızsa, dilini ve millî kültürünü yitirmiş bir milleti diriltmek de aynı şekilde imkânsızdır.

Geriye doğru târihin derinlikleri, dillerini ve millî kültür ve millî rûhlarını kaybetdikleri için kaybolup giden milletlerle doludur. Bizim târihimizde de devletimizin mâddî-fizîkî ayağının yıkılış ve çöküş hâlleri az değildir. Fakat ekseriyetle dil ile millî kültür ve millî rûh diri, canlı ve ayakda kaldığı için mâddî-fizîkî varlığı kısa zamanda yeniden toparlamak, her seferinde mümkün olmuşdur. Yine, târihde, ma’nevî ayağımızı yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuz devirler de vardır. Türklüğün ölüm-kalım devirleri diyebileceğimiz bu devirlerden biri de Yûnus’un devridir.
Yûnus, Türk Milleti’nin Anadolu’da mâddî-ma’nevî büyük sıkıntı ve kargaşalıklara düşdüğü bir devirde yaşadı. Batıdan gelen ve iki asra yakın bir zaman diliminde dalgalar hâlinde devam eden haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve taarruzları, Türk Yurdu Anadolu’da devletimizi sarsmışdı. Vâkıâ, cengâver Selçuklu Hâkanları ve Türk Halkı, haçlı-Hıristiyan çapulcularının büyük bir kısmına Anadolu’yu mezar etmişdi. Ama savaş savaşdı. Yapacağı yıkım ve tahrîbâtdan kaçınılamazdı.
Haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve taarruzlarının meydana getirdiği yıkım ve tahrîbâtın izleri henüz tam olarak silinmemişken, Türk Yurdu Anadolu, bu sefer de doğudan gelen bir tecâvüz ve taarruz hareketiyle karşı karşıya kaldı. Bu da, putperest Moğol tecâvüz ve taarruzuydu. İşte, bu iki tecâvüz ve taarruz, sınırları bir zamanlar doğuda Kaşgar’a, batıda Marmara sâhillerine dayanan, ancak, daha sonraları Anadolu’ya hapsolmuş bulunan Selçuklu Türk Hâkanlığını mâddî-fizîkî olarak çökme noktasına getirdi. Öyle ki, 13. asrın sonlarında, mâddî-fizîkî olarak ortada gerçek ma’nâda devlet kalmamışdı. Ülkede tam bir kargaşa hâkimdi. Gücü yeten yeteneydi. Halk; önce haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve taarruzları, daha sonra da Moğol baskınları netîcesi hem kırılmış, hem de yok-yoksul duruma düşmüşdü. Nitekim, Yûnus, Türk Milleti’nin içine düşdüğü o acıklı ve bunalımlı devreyi, âdetâ bir feryâd-figân hâlinde bize aksetdirmekdedir. Dinleyelim:

Müslümanlar Müslümanlar,
Bu ne acep zaman oldu?
İşâreti bilenlere
Kıyâmetden nişân oldu!

Ecel bir sel olup geldi,
Ömür harmanını deldi,
Bu ibret cümle Hakk’dandır,
Bahâne bir çıban oldu!

Ana, oğul diye ağlar,
Oğul, kardeş diye göyner,
Kız, ana ciğerin dağlar,
Bu dünyâ bir figân oldu!

İşitirdik âlimlerden,
Kıyâmet vasfını her dem,
Eğer âkıl isen hâlin,
Sana küllî ayân oldu!

Her kande kim varır isem,
Figân günü gelir bana.
Sanasın kim her mahalde,
Kılıç oynar kıran oldu!

Şol evler kim düğün gibi,
Galabası kesilmezdi.
Bugün kim ben anı gördüm,
Söyünmüş bir kovan oldu!

Ey bîçâre Yûnus sen bil,
Bu dünyânın vefâsı yok.
Sana dahi gele bir gün,
Bu dünyâ bir figân oldu!

Evet. Haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve taarruzları ve putperest Moğol baskınları netîcesi, “analar oğul diye ağlar, oğullar kardeş diye göyner” olmuşdu. Bir zamanlar, her yaşdan insanların cıvıldadığı yuvalar, hâneler, âile ocakları,… şimdi, sönmüş yâni arıları kırılmış boş birer kovan hâline gelmişdi. Her yerde feryâd-figân vardı. Bu durum, meselenin mâddî-fizîkî boyutuydu. İşin bir de ma’nevî, rûhî ve kültürel boyutu vardı ki, asıl tehlike de o idi. Zîrâ, devrin bir kısım aydınları ve bazı yöneticileri, Türkçe ve millî kültür bahsinde gaflet, dalâlet ve hattâ hıyânet içindeydiler. Tıpkı günümüzde olduğu gibi. Bilhassa Anadolu Selçuklu hâkanlığımızın son devirlerinde; Türkçe, millî kültür ve millî irfân bahsinde iş o noktaya gelmişdi ki, saray ve çevresinde Farsça konuşuluyor, Farsça yazılıp çiziliyordu. Yazışmalar Farsça yapılıyordu. Üstelik, Türkçe horlanıyor, ayak (avâm) takımının konuşduğu dil olarak görülüyordu. Medrese, âdetâ “kaale-yekuulü”den başka bir şey tanımıyordu. Türk’ün Şehnâmesini yazacak çapda bir dâhî olan koca Mevlânâ, yaşadığı Türk denizi içinde, şiirlerini Türkçe değil, Acemce (Farsça) söylüyor, Acemce yazıyordu. “Türk Denizi” ifâdesini bilhâssa kullandık. Zîrâ o devirde, doğuda Kaşgar, hattâ Çin Seddi ile batıda Marmara Denizi sâhilleri arasındaki coğrafyada Türkler hâkimdi. Öyle ki, devrin bir Ermeni tarihçisinin ifâdesine göre; Anadolu, karınca yuvaları gibi Türk kaynıyor, dünyâ Türklere âdetâ dar geliyordu. Yâni, üstde de ifâde etdiğimiz gibi, Kaşgar ile Marmara sâhilleri arası, âdetâ, Türklerin kaynaşdığı bir Türk denizi idi. Ahâlînin kahir ekseriyeti Türk idi ve Türkçe konuşuyordu. Ordu komutanları ve devletin yöneticileri Türk idi ve Türkçe konuşuyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen, Mevlânâ ve çevresi, akıl almaz bir mantıkla, Türk yurdunda Türk’e yabancı bir dille söyleyip yazma garâbetini gösterebiliyordu.

İşte Yûnus; devrinin bazı yöneticileri ile bir kısım aydınlarının bilerek veya bilmeyerek Türkçe’nin, millî kültürün, millî irfânın ve millî rûhun yok olmasına yol açdıkları böyle felâketli bir devirde gelmiş ve ufukları karartılmak istenen Anadolu Türklüğünün üzerine bir güneş gibi doğmuşdur. Daha doğrusu, ilâhî irâde onu, “Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın” diye, Batı Türklüğüne bir millî mürşid olarak göndermiş, o da, Türk Yurdunda Türk’e yabancı bir dille söyleyip yazma garâbetini gösteren Mevlânâ ve benzerlerine karşı Türkçe haykırmışdır. Hem de, dağdaki çoban ile, okuması yazması bile bulunmayan ninelerin dahi anlayabileceği bir Türkçe ile:

Taşdın yine deli gönül,
Sular gibi çağlar mısın!
Akdın yine kanlı yaşım,
Yollarımı bağlar mısın!

Nidem elim ermez yâre,
Bulunmaz derdime çâre,
Oldum il’imden âvâre,
Beni burda eyler misin!

Yavu kıldım ben yoldaşı,
Onulmaz bağrımın başı,
Gözlerimin kanlı yaşı,
Irmak olup çağlar mısın!

Karlı dağların başında,
Salkım salkım olan bulut,
Saçın çözüp benim için,
Yaşın yaşın ağlar mısın!

Esridi Yûnus’un canı,
Yoldayım illerim kanı,
Yûnus düşde gördü seni,
Sayru musun sağlar mısın!

Bunları BİZİM YÛNUS söylüyor. Sırf mûsikîden ibâret bu hârika Türkçe’yi BİZİM YÛNUS kullanıyor. Ne zaman? 13. asırda. Yâni zamanımızdan yedi asır önce. Nasıl bir devirde? Türkçe’nin küçümsendiği, horlandığı, aşağılandığı, ayak takımının konuşduğu dil olarak görüldüğü bir devirde. Bazı yöneticilerle bir kısım aydınların, bu güzelim Türkçe’yi bırakıp da Acemce’ye tapulandıkları, Türkçe’den başka bir dil konuşmayan millete rağmen Acemce yazıp Acemce söylemekde ısrâr etdikleri bir devirde. Türkçe’nin saf dışı bırakıldığı; millî kültürün, millî irfânın, millî şuur ve bilincin, millî rûhun,… yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu bir devirde. İşte bu sebeplerle diyoruz ki:

- Yûnus, Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye böyle bir devirde, ilâhî irâdece gönderilmiş bir MİLLÎ MÜRŞİD’dir.

Türk Milleti olarak bizim millî varlık ve bekamızın iki temel direği, iki temel istinâtgâhı, iki temel dayanağı vardır. Bunlardan biri ve birincisi dilimiz TÜRKÇE’dir. İkincisi de dînimiz İSLÂMİYET’dir. Türkçe bizim canımızdır, rûhumuzdur, hayât damarımızdır, hayât kaynağımızdır. Bizi Türk olarak yaşatan esas ve temel unsur odur. Nasıl ki rûhsuz-cansız beden için hayât düşünülemezse, yaşama düşünülemezse ve hayât mefhûmu tasavvur edilemezse, aynen bunun gibi, Türk Milleti için de, Türkçe’siz, Türk olarak yaşamak ve varlığını devam etdirmek düşünülemez. Bir beden rûhsuz-cansız kalmışsa yâni rûh bedenden çıkıp gitmişse, artık o bedene “insan” denmez. Bil’akis, “ölü” denir, “cesed” denir, “na’ş” denir. Ona tekrâr insan denmesi, ancak rûh tekrâr bedene geldiği takdirde mümkündür. Yâni rûhun ayrılmasıyle beden ölür, yaşaması imkânsızlaşır. İşte beden için rûh ne ise, Türk Milleti için Türkçe de odur.

Sözümüzün başında, istesek Yûnus’un misyonunun ne olduğunu bir tek cümle ile hemen ifâde edebileceğimizi söylemişdik. İşte, “Yûnus’un misyonu neydi?” sorusunun tek cümlelik cevâbı:

- Millî varlık ve bekamızın iki temel direği olan DİLİMİZİ ve DÎNİMİZİ olabildiğince sağlamlaşdırmak!...

Oğuz Beyefendi bir mülâkatda, Yûnus’un misyonu hakkında verilebilecek bilgilerin özünü verdiğimizi sanıyorum. Okuyucularımız, bu konudaki daha geniş bilgiyi “BİZİM YÛNUS” isimli eserimizde bulabileceklerdir. Şimdi, varsa diğer sorularınızın cevâbına geçebiliriz.

Efendim daha pek çok sorumuz var. Onlardan biri de şu:
- Yûnus’un; Mevlânâ Celâleddîn Rûmî ve Hünkâr Hacı Bektaş Velî ile birlikde Pîr-i Türkistân Ahmed Yesevî’nin yönlendirmesi ile Anadolu’ya geldiği söylenir. Aynı şekilde, Sarı Saltuk’un da Balkanlara gönderildiği belirtilir. Bu konuda inandırıcı bilgiler var mı?

- Evet, Ahmed Yesevî’nin menkıbevî hayâtını anlatan eserlerde bu tür iddiâ ve ifâdeler vardır. Bu husûsda, günümüzde dillerde dolaşan aynı söylentilerin kaynağı da o eserler olsa gerek. Ancak, bu konuda bir noktaya hemen dikkat çekmemiz gerekiyor. Menkıbe, târih demek değildir. İşte, adı üstünde menkıbedir; yâni hikâyedir, destândır. Binâen’aleyh, ortada belge niteliğinde müşahhas deliller yoksa, iddiâ edilen husûsun doğruluğu havada kalır. Esâsen, menkıbevî hayât, târihî bir şahsiyetin târihî-takvim hayâtında belirsizlikler bulunduğu takdirde devreye girer. Nitekim, Ahmed Yesevî’nin târihî-takvim hayâtında da çok büyük belirsizlikler bulunduğu için menkıbevî-destânî hayâtı devreye girmişdir. Târihî büyük şahsiyetlerin menkıbevî-destânî hayâtları, umûmiyetle onların bağlıları ve müntesipleri tarafından yazılır. Bunu yaparken de, hemen hemen hiçbir ölçüleri yokdur. Bütün bunlardan başka, Ahmed Yesevî, mîlâdî 12. asrın ortalarında vefât etmişdir. Mevlânâ, Yûnus ve Sarı Saltuk ise 13. ve 14. asırlarda yaşamış
şahsiyetlerdir. Bu durumda, Ahmed Yesevî’nin onları yönlendirmesi nasıl düşünülebilir? İlmî zihniyet ve araşdırmanın iyice yerleşmediği ülkemizde ve benzeri ülkelerde, böyle meselelerde ekseriyetle işin kolayına kaçılır ve meseleler sığ ve derinliksiz îzâh ve açıklamalarla geçişdirilir. Şimdi biz, gerek Ahmed Yesevî’nin gerekse diğer üç büyük şahsiyetin yaşadıkları târih îtibâriyle, Pîr-i Türkistân’ın onları yönlendirmesinin bahis konusu olamayacağına bir nokta koyalım ve meselenin özüne ve esâsına gelelim:

Biraz önce, Yûnus’un misyonunu tesbit ederken Türk Milleti’nin yerleşik târihî millî inancından söz etmişdik. Buna göre, Türk Milleti, yeryüzünde ilâhî nizâm ve düzeni yaşamak, yaşatmak, yaymak, korumak ve kollamakla mükellef ve vazîfeli idi. Bildiğiniz gibi, bu inanç, “Îlâ-yi Kelimetullah, Kızıl Elma, Nizâm-ı Âlem Ülküsü” gibi ifâdelerle dillendirilir. Geçmiş asırlarda, bu millî inanç, sâdece devletimizin yöneticilerinde değil milletin bütün fertlerinde canlı ve güçlü bir şekilde yaşamakdaydı. Nitekim, daha Osmanlılar devrinde bile, herhangi bir şekilde pâdişâhla karşılaşan bir halk topluluğunun, hep bir ağızdan, “Kızıl Elma’ya, Kızıl Elma’ya!” diye tempo tutduğunu târih kitapları yazmakdadır. Bazılarının sandığı gibi, gidilecek o yerde, bir “Kızıl Elma” yâni “Altın Elma” falan yokdur. Türk halkı, pâdişâhına karşı, rûhunda yaşatdığı o târihî millî inancını haykırmakdadır. Yine bazılarının sandığı gibi, Türk fetihlerinin özünde itici güç, “cihangîrlik sevdâsı” değildir. Öyle olmadığı içindir ki, fethedilen ülkelerin halkı, önce o güne kadar başlarında bulunan zâlim imparator, kıral, derebeyi ve tekfurlardan kurtarılmış, sonra da insan haysiyetine yakışır nizâm-intizâm ve düzen te’sîs edilmişdir. Kısacası, Türk fütûhâtının rûhlardaki itici gücü, ülkeler fethetmek ve cihangîrlik sevdâsı değildir. Bil’akis, yeryüzünde ilâhî nizâm-intizâm-düzen ve adâleti te’sîs edip yaşatmakdır. Bunun içindir ki, yeryüzünün neresinde bir küfür ve zulüm merkezi varsa orayı “Kızıl Elma” ilân etmiş ve kendisine hedef seçmişdir. Bu arada, ülkeler fethedilirken, Türk Hâkanlarının, “Maksadımız kuru mülk kavgası değildir!” sözünü sık sık tekrârladıklarını da unutmamak gerekir. Hâl bu ki, meselâ Makedonya’lı İskender ile Napolyon’un fetihlerinde itici güç, insan haysiyetine yaraşır nizâm-intizâm ve düzen kurmak değil, bil’akis, cihangîrlik sevdâsı ve fethedilen ülkelerin halkına cebir ve tahakkümle hükmetme emel ve arzusudur.

Biraz önce belirtdiğimiz gibi, yerleşik târihî millî inancımız, o devirlerde sâdece devletimizin yöneticilerinde değil, milletin bütün fertlerinde canlı ve güçlü bir şekilde yaşamakdaydı. Millî inancın gereğini yerine getirmek, başda ordu ile yöneticilerin vazîfesi olmakla berâber, seçkin bazı erenler, ermişler ve alp erenler, o ülke insanları arasına girerek bu vazîfeyi kendi çaplarında münferiden de yapıyorlardı. Târihimizin geçmiş asırlarında bunun müşahhas ve canlı örnekleri pek çokdur. Bu, hasbeten lillâh, gönüllü olarak ve kendi çapında yapılıyordu. Bunun için, birilerinin onu yönlendirmesi de gerekmiyordu. Zîrâ onlar, bu yerleşik târihî millî inancın bizzât şuûrunda idiler. Târihimizin o devirlerinde bu vazîfeyi münferiden yapan pek çok erenlerimiz, ermişlerimiz, alp erenlerimiz vardır. Bunların büyük bir ekseriyeti, atalar yurdumuz Türkistân’dan, sırf bu mukaddes vazîfeyi îfâ edebilmek için kopup gelmişlerdir. Nitekim, ünlü mütefekkir şâirimiz Yahyâ Kemâl Beyatlı, Sarı Saltuk’un bu maksadla atalar yurdumuzdan kopup gelişini mısrâlarına taşımışdır:

Geldikdi bir zaman Sarı Saltuk’la Asyâ’dan,
Bir bir diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sarkarya’dan.

- Efendim, bildiğimiz kadariyle, Yûnus’un Anadolu’da 10 ayrı yerde mezarı bulunmakdadır. Sizce bu durum neyin göstergesidir?

- Yûnus bahsinde, yine mühim bir husûsa temâs etdiniz! Evet, Yûnus’un Anadolu’da birden fazla yerde türbesi veya mezarı bulunmakdadır. Ölmüş bir kişinin na’şı ancak bir yerde gömülmüş olabileceğine göre, diğerleri ne ma’nâ ifâde ediyor? Üstelik, Yûnus’un mezarının veya türbesinin bulunduğu her bölge halkı, onun na’şının gerçekden orada bulunduğuna samîmiyetle inanıyor. Hemen ifâde edeyim ki, bu Türkmen ( = Türk ) evliyâsının birden fazla yerde mezarının veya türbesinin bulunuşu, öyle kolayca geçişdirilecek basit bir hâdise değil. Altında çok derin ma’nâlar var. Türk vatanı Anadolu’nun her bölgesinde, halk, hem de ısrârla ona niçin sâhip çıkıyor? Hangi sebeplerle, onun fânî vücûdunun da mutlaka kendi köyünde, beldesinde, şehrinde veya bölgesinde bulunmasını istiyor? Öncelikle bu nokta üzerinde iyice durulması ve doğru bir tesbit yapılması gerekir.

Kanâatimizce, topyekûn Türk halkının Yûnus’a samîmiyetle sâhip çıkışının temel sebeplerinden biri ve belki de birincisi, kullandığı mûsikîli-âhenkli güzel Türkçe’dir. O, süt saflığında ve mûsikîli-âhenkli öyle bir dil kullanıyor ki, daha kelimelerin ve cümlelerin zâhirî âhengi, dinleyenleri âdetâ mest ediyor, büyülüyor, kendinden geçiriyor. Ayrıca, bu mest edici-büyüleyici ve kendinden geçirici ifâde ve üslûpla, Türk Milleti’nin evlâdlarının özünde ve rûhunda mevcud bilhâssa değişmez temel değerleri seslendiriyor, dile getiriyor, terennüm ediyor, haykırıyor.

İşte Yûnus, bu iki husûsiyetiyle, istisnâsız bütün insanlarımızın gönlünde âdetâ taht kuruyor. Ve, Türk halkı istiyor ki, sevgisiyle gönlünde taht kurmuş bu Türkmen ( = Türk ) evliyâsı, fânî vücûduyla da yanında olsun, hemen dibinde bulunsun…

Milletimizin Yûnus’a karşı bu tavrı, fevkal’âde asîl bir davranışdır, tebcîle lâyıkdır. Meselenin özü de şudur:

- Türk Milleti, kendi millî-ma’nevî-mukaddes değerlerine sâhip çıkana sâhip çıkıyor…

Burada, zaman zaman bazı kişilerin Yûnus’un mezarları üzerine câhilce, bilgisizce ve sorumsuzca sergiledikleri tavırlara da temâs etme ihtiyâcını hissediyorum. Şöyle ki, bâzen, Yûnus’un mezarı bulunan iki ayrı şehrin veya yerleşim merkezinin yöneticileri bir araya geliyorlar ve âdetâ inatlaşırcasına başlıyorlar mezar tartışmasına. Biri, “Yûnus’un mezarı bizde” diyor. Öteki, “Hayır, sizde değil bizde” diye mukabele ediyor. Böylece, bütün dikkatler, Yûnus’un fânî yönüne yöneltiliyor. Oysa, bize Yûnus’un ne mezarı lâzım, ne de fânî bedeni. Bil’akis, bize onun vazîfe-görev hayâtı lâzım, misyonu lâzım, şiirleri-deyişleri lâzım, şiirlerinde-deyişlerinde dile getirdiği esaslar ve değerler lâzım. Meselâ Yûnus demiş ki:

Bir kez gönül yıkdın ise,
Şu kıldığın namaz değil.
- - - -
Ben gelmedim da’vî için,
Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmağa geldim.
- - - -
Gönül Çalab’ın tahtı,
Çalap gönüle bakdı,
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül yıkar ise

İşte bize bunlar ve benzerleri lâzım.

O mezar kavgası yapanların, Yûnus’dan kaç mısrâ bildiklerini öğrenmek isterdim doğrusu!...

- Efendim, bilmiş olacağınız gibi, bir kısım sol kültür mensupları Yûnus’u sâhipleniyorlar. Bu sâhiplenme Yûnus’u mu küçültür, yoksa sol kültür ekseninde yazıp çizenleri ve konuşanları mı yüceltir?

- Oğuz Beyefendi, önce, o sol kültür mensuplarının, Yûnus’u hangi maksad ve gâyelerle sâhiplendiklerini bilmiyoruz. O bâtıl ve çarpık zihniyetlerine âlet etmek ve ideolojilerine güç kazandırmak için mi sâhipleniyorlar? Yoksa, netîcede, kendilerinin de bir insan olmaları hasebiyle, Yûnus’un dile getirdiği insanî muhteşem değerlerin kokusunu az-çok duydukları için mi sâhipleniyorlar? Bu husûs aydınlatılmadan, onların, Yûnus’u sâhiplenmelerinin kendilerini yüceltip yüceltmeyeceği hakkında hüküm vermemiz mümkün değil. Eğer, Yûnus’a, deyiş ( = şiir )lerinde dile getirdiği o muhteşem insanî değerlerin kokusunu duyarak sâhipleniyorlarsa, bu, kendilerine şeref kazandırır.

Yûnus’un küçülmesi meselesine gelince, hani Türkçe’mizde bir söz vardır. “Altın, çamura düşse de altındır!” der. Bu, çamura düşen altının altınlık değerinden bir şey kaybetmeyeceğini ifâde eder. Kaldı ki, altına; dürüst, nâmus ehli ve haysiyetli kişiler de sâhip olur; haysiyetsiz, şerefsiz ve nâmussuz kişiler de. Bununla berâber, altın yine altındır…

- Efendim, Alevî vatandaşlarımızın da Yûnus’u sâhiplendiğini bilirsiniz. Bu kardeşleri-mizin Yûnus’u sâhiplenmeleri tabîî ki iyi bir şey. Yûnus’un Alevîlikle ilişkisini gösteren emâreler var mı?

- Oğuz Beyefendi, bir ulu nehir düşününüz. Bâzen, şiddetli yağışlar netîcesi, yahut şu veya bu sebeplerle, bu nehrin orasında-burasında taşmalar vuku bulur ve küçük yeni su kolları meydana gelir. Bu kollar, arâzînin durumuna göre, bir dere veya bir küçük çay şeklinde bir müddet akarlar. Sonunda, bir noktada yine o ulu nehirle birleşirler. Görüldüğü gibi, bu hâdisede esas olan, “Ana Câdde” konumundaki “Ulu Nehir”dir.

Türklük, bin yıllar ötesinden akıp gelen bir “Ulu Nehir”dir. Zaman zaman, tıpkı o ulu nehirde vuku bulan taşmalar gibi, şu veya bu sebeplerle, “Türklük Ulu Nehri”nde de taşmalar ve “Ana Câdde”den sapmalar olmuşdur. Bu sapmalar veya taşmalar, daha ziyâde, bizim cehâletimiz ve kurulan düşman tezgâhları netîcesi vuku bulmuşdur. Yûnus, hep, “Türklük Ana Câddesi”nde yürüyen bir ulu kişidir. Tıpkı o ulu nehirden ayrılan bazı kolların, bir müddet sonra yine asıl yataklarına dönmeleri ve ulu nehre karışmaları gibi, şu veya bu sebeplerle, Türklük ana câddesinden ayrılanlar da bir müddet sonra o câddede yürüyenlerle buluşacaklardır. Nasıl ki, şu veya bu sebeplerle, kısa bir müddet o ulu nehirden ayrılan kollarla ulu nehir yatağında akan sular arasında bir ayrılık-gayrılık yoksa, aynen bunun gibi, bir müddet “Türklük Ulu Nehri”nden ayrılmış gözükenlerle o nehirde kalanlar arasında da bir fark yokdur…

- Efendim, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında Yûnus’un rolü konusunda neler söylemek istersiniz?

- Oğuz Beyefendi, millet olmanın birinci şartı ve aynı zamanda olmazsa olmaz şartı dildir. Yâni dil yoksa millet de yokdur. Eğer Türkçe olmasaydı, Türk Milleti de olmayacakdı. Nitekim, târihde dillerini yâni Türkçe’yi kaybeden birçok Türk toplulukları Türklüklerini de kaybetmişler; kimisi Slavlaşmış, kimisi Araplaşmış, kimisi Acemleşmiş, kimisi Bulgarlaşmış, kimisi Macarlaşmış; velhâsıl, “Türklük Ulu Nehri”nden ebediyyen kopmuşlar ve kaybolup gitmişlerdir. Bugün, dillerini kaybetdikleri için kaybolup giden bu milyonlarca ırkdaşımızın fecî’ âkıbetlerinin yüreklerimizde açdığı onulmaz yaranın acılarını duymakdayız. Biliyorum ki, Türk Milleti, o acıları kıyâmete kadar da duyacakdır.
Biraz önce, “Dil yoksa millet de yokdur” dedik. Bu cümleyi müsbet şekliyle söylersek, “Dil varsa millet de vardır!” hükmü çıkar. Böylece, Avrupalı ve Amerikalı haçlıların ve onların yerli işbirlikcilerinin, günümüzde, Türk vatanında

Türkçe’den gayri yeni diller ihdâs etme gayretlerinin altındaki maksad da kabak gibi ortaya çıkar.
Siz, Türkçe konuşan yâni dili Türkçe olan bir millet düşünün ki, o milletin mektebi “kâle-yekûlü”den başka, yâni Arapça’dan başka bir şey tanımıyor. Sözde aydın, yâni şâir, edîp ve yazar takımı da Acemce’den başka bir şey tanımıyor. Şimdi, dili Türkçe olan o milletin bir müddet sonra hâli nice olur? Ortada Türkçe diye bir dil kalmayınca, tabiî ki ya Araplaşır veya Acemleşir. İşte Yûnus böyle bir devirde yaşadı. Dil ile dîni karışdıran medrese, “kâle-yekûlü”den başka bir şey tanımıyordu. Mevlânâ ve çevresi ise Acemce yazıyor, Acemce söylüyordu. Âdetâ Acemce’ye tapulanmışdı. İşte Yûnus, Anadolu Türklüğünün böyle felâketli bir devrinde geldi ve dili Türkçe olan bir milletin mektebinde “kâle-yekûlü”den başka bir şey tanımayanlara ve Acemce söyleyip Acemce yazanlara karşı Türkçe haykırdı. Hem de hârika bir ifâde ve üslûpla. Hem de, yirminci asırda gelmiş bir yabancı Türkiyâtçıya, “Eğer Yûnus’un Türkçe’si günümüze kadar yaşatılabilseydi, bugün dünyâda konuşulan dillerin en güzeli Türkçe olacakdı” dedirtecek derecede hârika bir Türkçe ile. Eğer Yûnus, o felâketli devirde ortaya atılıp Türkçe haykırmasaydı, Anadolu Türklüğü bugün belki de Araplaşmış veya Acemleşmiş olacakdı.

O Türkmen evliyâsı, Anadolu Türklüğünü Acemleşmekden veya Araplaşmakdan kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda, o hârika Türkçe’siyle, Türk Milleti’nin millî varlık ve bekasının ikinci temel direği olan dînimizi de Kur’ân’ın rûhuna uygun şekilde dillendirdi. Öyle ki, onun şiirlerinde istismârcı, gösterişci ve bedenî disipline bağlı şekilci ve hurâfevî dîn anlayışını değil, Allah’ın kelâmının getirdiği saf ve berrâk dînin ta kendisini bulursunuz. Türkmen evliyâsının şiirlerine dînî zâviyeden bakdığınız zaman, Malazgirt zaferinin başbuğu, ulu ceddimiz Alparslan Gâzî’nin, Türk Milleti’nin dîn anlayışını dile getiren şu vecîz sözünü hatırlarsınız:

- Biz Türkler, temiz Müslümanlarız. Riyâ-gösteriş nedir bilmeyiz!...

Yûnus’un, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında oynadığı rolü sormuşdunuz. Sanırım, bu konuda bir mülâkatda söylenebilecek sözlerin a’zamîsini söyledik…

- Efendim, Atatürk ile Yûnus Emre arasında bir ortak nokta, bir münâsebet var mı? Varsa, bu münâsebet nasıl kurulabilir?

- Oğuz Beyefendi, Türk Milleti’nin evlâdlarının çok iyi bilmesi gereken mühim bir konuya temâs etdiniz. Öyle sanıyorum ki, bugün, cehâletimiz ve millî şuûr fukarâlığımız yüzünden çoğumuz, Yûnus’la Atatürk’ü ayrı kutuplarda görmekde; hattâ zihniyet, inanç ve hayâta bakışları konusunda birbirlerine zıt olduklarını sanmakdadır. Oysa, milletimizin bu iki büyük şahsiyetinin birbirleri karşısındaki durumu hiç de öyle değildir. Kemâl-i iftihârla hemen ifâde edeyim ki, Derviş Yûnus’la Gâzî Atatürk, aynı sedirde bir arada ve yan yana oturmakdadırlar. Bunun böyle olduğunu görebilmek için, Yûnus devrine ve Yûnus’un misyonuna ve Atatürk devrine ve Atatürk’ün sözlerine dikkatli bir göz atmamız kâfîdir.

Yûnus’un, Anadolu Türklüğü zâviyesinden nasıl felâketli bir devirde geldiğini ve millî varlık ve bekamızın iki temel direği olan dilimizi ve dînimizi olabildiğince sağlamlaşdırmak için ne azim bir vazîfe îfâ etdiğini daha önceki bazı sorularınızın cevaplarında gördük. Yûnus, millî varlık ve bekamızın iki temel direği olan dilimizin ve dînimizin savunmasını, hârika bir Türkçe ile söylediği şiirleri ve mısrâları ile yapmışdı. Zîrâ, o bir şâirdi. Gâzî Mustafa Kemâl Paşa ise, o iki temel direğin savunmasını hıtâbetiyle yapdı. Zîrâ o; sâdece ordular yönetmiş ve büyük zaferler kazanmış dâhî bir başbuğ değildi, devlet kurmuş bir devlet adamı değildi. Aynı zamanda bir hatîpdi:

- Türk Milleti demek, Türk Dili demekdir. Türk demek, Türkçe demekdir!...
- Türk Dili, Türk Milleti’nin kalbidir, zihnidir!...
- Türk Milleti, geçirdiği nihâyetsiz felâketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hâtıralarının, menfaatlerinin; kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin, dili sâyesinde yâni Türkçe sâyesinde muhâfaza olunduğunu görüyor…

Görüldüğü gibi, soyumuzun bu iki büyük evlâdı; Derviş Yûnus’la Başbuğ Atatürk, şâir Yûnus’la hatîp Atatürk, evliyâ Yûnus’la devlet reîsi Atatürk,… bir noktada birleşiyorlar ve âdetâ müştereken diyorlar ki:

- Türkçe, Türk Milleti’nin kalbidir, zihnidir. Türkçe, Türk Milleti’nin canıdır, rûhudur. Nasıl ki, cansız-rûhsuz bir insanın varlığı ve ayakda ( = hayâtda ) kalması düşünülemezse, aynen bunun gibi, Türk Milleti’nin de Türkçe’siz varlığı ve bekası düşünülemez.

Şâir Yûnus, Türkçe’nin ehemmiyetini, şiirlerinde kullandığı o hârikul’âde Türkçe ile fiilen dillendiriyor, tebârüz etdiriyor. Hatîp Mustafa Kemâl ise bu ehemmiyeti hıtâbetiyle dillendiriyor, hıtâbetiyle tebârüz etdiriyor:

- Türk Milleti demek, Türk Dili demekdir. Türk demek, Türkçe demekdir!...
- Türk Dili, Türk Milleti’nin kalbidir, zihnidir!...

İlginçdir, komutan Atatürk’le Derviş Yûnus, sâdece Türkçe’nin ehemmiyeti üzerinde ittifâk etmekle kalmıyorlar. Aynı zamanda, DİLİMİZİN ve DÎNİMİZİN Türk Milleti’nin millî varlık ve bekasının İKİ TEMEL DİREĞİ OLDUĞU üzerinde de ittifâk ediyorlar. Şâir Yûnus, dînimizin ve Kur’ân’ın özünü ve rûhunu şiirleriyle dile getirerek bu husûsu fiilen dillendirip tebârüz etdiriyor. Hatîp Mustafa Kemâl ise, meseleyi yine hıtâbetiyle dillendiriyor, hıtâbetiyle ifâde ediyor, hıtâbetiyle tebârüz etdiriyor:

- Milletimiz, DİL ve DÎN gibi iki fazîlete sâhipdir. Bu fazîletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalbinden ve vicdânından çekip alamamışdır ve alamaz!...

- Bizim dînimiz, en ma’kul ve en tabiî bir dîndir ve ancak bundan dolayıdır ki son dîn olmuşdur!...

Oğuz Beyefendi, Yûnus Emre ile Atatürk arasındaki münâsebetde meselenin özü şudur:

- Yerleşik târihî millî inancımıza göre, Türklüğün millî varlık ve bekası tehlikeye girdiği anlarda “İlâhî İrâde”, “Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın” diye, bir millî önder, bir millî mürşid, bir millî kahraman, bir millî âbide şahsiyet gönderir. Nitekim, Göktürk Hâkanı ulu ceddimiz Bilgehan, Göktürk Kitâbelerinde bu husûsu pek güzel dile getirir:

- Tanrı, Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye, önce babam İlteriş-Kutluk Hâkan’la annem Bilge Hâtun’u tahta oturtdu. Türk Milleti’ne il ( = ülke, vatan, yurt ) verdi. Daha sonra, yine Türk Milleti’nin adı-sanı yok olması diye beni tahta oturtdu!...

İşte, Göktürk Hâkanının pek güzel ifâde etdiği gibi, târihimizin sînesinde bir de böyle millî önderler, millî kahramanlar, millî mürşidler ve millî âbide şahsiyetler silsilesi bulunmakdadır. Bu silsilenin bilinen ilk büyük halkası, ulu ceddimiz Oğuz Han’dır. Şimdilik, son büyük halkası da Gâzî Mustafa Kemâl Paşa’dır. İkisi arasında, Türk Milleti’ne önderlik ve mürşidlik etmiş pek çok halka bulunmakdadır. Yûnus da bu halkalardan biridir. Toparlarsak, Gâzî Mustafa Kemâl Paşa ile Yûnus Emre, Türklüğün millî varlık ve bekasının tehlikeye düşdüğü iki ayrı devirde, “Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın” diye, ilâhî irâdece bilhâssa gönderilmiş iki şahsiyetdir…

- Efendim, şimdiye kadar anlatdıklarınızdan, Yûnus’un; Türklük rûh, şuûr ve asâletinin oluşmasında ve gelişmesinde pek büyük rolünün olduğu anlaşılıyor. Bu konuda daha başka söyleyecekleriniz var mı?

- Evet, var. Ancak, bir mülâkatda bu konuda söylenebilecekleri fazlasiyle söylediğimizi sanıyorum!...

- Efendim, Yûnus Emre’yi çağdaşı Mevlânâ ile karşılaşdırdığımızda, sizce nasıl bir durum ortaya çıkar?

- Oğuz Beyefendi, hemen başda söyleyeyim. Mevlânâ, Türk Milleti ve Türk Kültürü için bir kayıpdır. Hem de azîm bir kayıpdır. Kendisi gerçek bir mütefekkirdir. Eğer öyle olmasaydı, yâni sıradan bir insan olsaydı, Türk Milleti ve Türk Kültürü hesâbına onun kaybına üzüntü duymazdık. Anladığım kadariyle, benden, Yûnus ile Mevlânâ’nın mukayesesini yâni karşılaşdırılmasını istiyorsunuz! Bu isteğinizi farklı bir yaklaşımla cevaplandırıp esas mukayeseyi size bırakmak istiyorum:

- Mevlânâ, kendisi aslen bir Türk’dür ve Türk ülkesinde ve bir Türk Denizi içinde yaşamışdır. “Türk Denizi” ifâdesini bilhâssa kullandık. Zîrâ o devirde, Kaşgar ile Marmara sâhilleri arasındaki coğrafyada Türkler hâkimdir, Türkler yaşamakdadır. Öyle ki, devrin gayr-i Müslim bir târihçisine göre, “Anadolu, karınca yuvaları gibi Türk kaynamakda, âdetâ, dünyâ Türklere dar gelmekde”dir. Halkın kahir ekseriyeti Türk’dür ve Türkçe konuşmakdadır. Anadolu’da, Türkçe konuşmayan ve pek küçük azınlıklar hâlinde bulunan sâdece bir mıkdâr Ermeni ile bir mıkdâr Rum vardır. Bir de, bugünkü Îrân’ın pek dar bir bölgesinde Farsça ( Acemce ) konuşulmakdadır. Bütün bunlardan başka; hâkanlar Türk’dür, Türkçe konuşmakdadır. İleri gelen yöneticiler hepsi Türk’dür, Türkçe konuşmakdadır. Ordu komutanları ve bütün ordu mensupları Türk’dür ve Türkçe konuşmakdadır.

İşte böyle bir zemînde, Mevlânâ, içinde yaşadığı millete yabancı bir dille ( Farsça-Acemce ) yazmış ve söylemişdir. Onun yazıp söylediklerini, o devirde Marmara sâhilleri ile Kaşgar arasında yaşayan insanlardan kaç kişinin anlayabilmiş olacağının hesâbını size bırakıyorum.

Yûnus ise, sâdece devrinin Marmara sâhilleri ile Kaşgar arasındaki Türklerin anlayabileceği bir dille değil, dağdaki çobanla, okuması-yazması bile olmayan benim ninem de dâhil, kıyâmete kadar gelecek bütün Türklerin anlayabileceği bir dille yazmışdır…

Mevlânâ ile Yûnus hakkında bu söylediklerimiz târihî bir vâkıa, târihî bir gerçekdir. Buna rağmen, günümüzün sığ düşünceli bir kısım mâhir muvaffakıyet simsârları, Mevlânâ hakkındaki bu sözlerimizi ona sataşma veya saldırma olarak mütâlea edecekler, belki de şahsımıza ta’n etmeğe kalkışacaklardır. Bu, fikir nâmus ve haysiyetinin iyice yerleşmediği, Yaratan’ın insanoğluna verdiği akıl-mantık-muhâkeme nîmetinin gereği gibi kullanılmadığı ülkeler insanının nerdeyse değişmez kaderidir. Şu veya bu şekilde değerli bilinen bir şahsiyet, zamanla, âdetâ tabulaşdırılır. Öyle ki, onun gün gibi âşikâr bir hatâsını, bir isâbetsiz fiilini dile getirmek, ona sataşma ve saldırma olarak görülür. Ve, onun o hatâdan münezzehliğini göstermek için akıl, mantık ve muhâkeme dışı yollara başvurulur. Nitekim Mevlânâ ve benzerlerini kurtarmak için, hem gülünç, hem de akıl-mantık ve muhâkeme dışı gerekçeler ortaya atılmışdır. Derler ki:

- O devirlerde batıda –Hıristiyan dünyâsında- ilim dili Lâtince idi. Doğuda –İslâm dünyâsında- da ilim dili Arapça, şiir ve edebiyât dili Farsça –Acemce- idi. Ayrıca, o devirlerde Türk Dili henüz gelişmemişdi. Bu yüzden, Mevlânâ ve çevresi Farsça yazdı, Farsça söyledi.

Şimdi; hangi akıl, hangi mantık, hangi muhâkeme ve hangi târihî vâkıa bu ifâdelerin doğruluğunu kabul edebilir? Bir kerre, batıda –Hıristiyan dünyâsında- ilim dilinin şu veya bu dil olması beni hiç mi hiç ilgilendirmez. Doğuda –İslâm dünyâsında- ilim ve şiir dili meselesine gelince, o devirlerde orada, “İlim dili Arapça olacak, şiir ve edebiyât dili de Acemce olacak” diye bir kaide, bir kanun, bir mecbûriyet mi vardı? Medrese, böyle bir kanun olduğu için mi asırlarca “kâle-yekûlü” diye sayıkladı. Yine böyle bir kanun olduğu için mi, Mevlânâ Acemce söylemiş, Acemce yazmışdı? Gak-guk ederek gün gibi âşikâr târihî gerçekleri örtmeğe kalkışmayalım. Allah’ın verdiği akıl, mantık, muhâkeme ve düşünme nîmetine zincir vuran medrese, dil ile dîni karışdırmış, ilâhî kitap ( Kur’ân-ı Kerîm ) Arapça geldi diye o dile bir kudsiyet ve bir mubâreklik vermiş, böylece, dili Arapça değil Türkçe olan bir milletin mekteplerinde asırlarca “kâle-yekûlü” diye sayıklamışdır. Eğer medrese aklı çalışdırsaydı, Allah’ın kelâmı Arapça geldi diye Arap diline bir kudsiyet, bir mubâreklik verme safsatasından kurtulurdu.

Allah’ın kelâmı ne ile gelecekdi? Elbette, yeryüzünde konuşulan dillerden biriyle gelecekdi. Cenâb-ı Hakk, yeryüzünde kimsenin anlamadığı bir dille kitap gönderecek değildi ya! Bu kitap, târih boyunca olduğu gibi, elbette yine küfrün, şirkin, zulmün, putperestliğin ve her türlü ahlâksızlığın yaygın olduğu yere ve o yer halkının diliyle gelecekdi. O devirlerde bu husûsiyetleri sînesinde bulunduran başlıca ülkeler Roma ( Bizans ), Arabistan ve Îrân idi. O hâlde, Allah’ın kelâmı bu ülkelerden birine ve orada konuşulan dille gelecekdi. Arabistan’da konuşulan dille Arapça geldi.

Farsça olarak Îrân’a veya Lâtince veya Rumca olarak Roma’ya-Bizans’a da gelebilirdi. Eğer Îrân’a veya Roma’ya gelseydi Farsça, Rumca veya Lâtince, kudsî ve mubârek diller mi olacakdı? Kaldı ki, eğer bir dile Allah’ın kelâmı kudsiyet ve mubâreklik kazandırmış olsaydı, Yahudilerin dili kudsînin de kudsîsi, mubâreğin de mubâreği olurdu. Çünkü onların diliyle sâdece bir ilâhî kitap değil, birkaç ilâhî kitap birden gelmişdi.

Mevlânâ’nın Acemce söyleyip Acemce yazmasının sebebi de, söylendiği gibi, o devirde doğuda şiir dilinin Acemce olması falan değildi. Ona göre, Türkçe, ayak takımının diliydi, avâm tabakasının diliydi, aşağı tabakanın diliydi.

Acemce ise yüksek ve seçkin tabakanın diliydi. Kendisi de yüksek ve seçkin tabakadandı. Öyleyse seçkin tabakanın dili olan Acemce yazmalıydı. O da öyle yapdı.

Hele zamânımızın kolay çözümcülerinin, o devirlerde Türkçe’nin henüz gelişmemiş olduğu iddiâları ne de gülünç, ne de sığ bir iddiâ. Nitekim Yûnus, henüz gelişmemiş olduğu iddiâ edilen o dille, Acemce’ye tapulanan Mevlânâ ve benzerlerinin hemen yanı başında hârikalar yaratıyor. Hem de, kendinden yedi asır sonra gelen yabancı bir Türkiyâtçıya ( Türkolog ), “Eğer Yûnus’un Türkçe’si günümüze kadar yaşatılabilseydi, bugün dünyâda konuşulan dillerin en güzeli Türkçe olacakdı” dedirtecek şekilde.

Bütün bunlardan başka, farz edelim ki, o devirlerde Türkçe henüz gelişmemişdi. Peki, bir ülkenin veya bir milletin ilim ve fikir adamlarının, edîplerinin, şâirlerinin, yazarlarının,… başda gelen vazîfelerinden biri de o ülkenin veya o milletin dilinin gelişdirilmesi, zenginleşdirilmesi ve güzelleşdirilmesi için çalışmak değil miydi? Mevlânâ ve çevresinin, o devirde sâdece Îrân’da dar bir bölgede konuşulan Acemce ile yazma yerine, Kaşgar ile Marmara sâhilleri arasını dolduran büyük Türk Milleti’nin dili Türkçe ile yazması ve onun gelişmesi için çalışması gerekmez miydi? İşte size, meselâ mesnevîsinin ilk iki mısrâı:

Bişnev ez ney çon hikâyet mîkoned,
Ez codâîhâ şikâyet mîkoned.

Şu anda Türkiye’de 70 milyon insan var. Üstdeki mısrâlar bir televizyondan okunsa, onları anlayan 70 kişi çıkar mı?
Aynı şekilde, Yûnus’un meselâ şu dörtlüğü de bir televizyondan okunsa, anlamayan 70 kişi çıkar mı?

Taşdın yine deli gönül,
Sular gibi çağlar mısın!
Akdın yine kanlı yaşım,
Yollarımı bağlar mısın!

Bu noktada, Peygamberimizin bir sözünü de hatırlamamız lâzım. Allah’ın Resûlü şöyle buyuruyorlar:

- İnsanlara, anlayabilecekleri seviyede hıtâp ediniz!...

Peki, o devirde Kaşgar ile Marmara sâhilleri arasında yaşayan Türk topluluğunun anlayabileceği seviye Acemce miydi ki, Mevlânâ ve çevresi onlara Acemce hıtâp etdi?...

Kolay çözümcüler ve “tenzîhci”ler ne derse desin, Türkmen ( = Türk ) Evliyâsı Yûnus, Mevlânâ ve çevresinin Anadolu Türklüğünü Acemleşdirme hareketinin önünü kesmişdir…

Mevlânâ kurtarıcısı bu kolay çözümcülerden bazıları da şöyle diyor:

- Efendim, Mevlânâ, mesnevîsini ve diğer eserlerini Îrânlıları Şiîlikden döndürmek için Farsça yazmışdır.

Ben de diyorum ki:

- Yaaa! Öyle mi! Peki bugüne kadar kaç Îrânlı, Mevlânâ’nın mesnevîsini okuyarak Şiîlikden dönmüş!...

Kolay çözümcü düşünemez ki, Şiîlik, öyle sanıldığı gibi, gerçekde bir dînî mezhep falan değildir. Bil’akis, Farslığı ve Fars ırkını korumak için dîn kılıflı bir zırhdan ibâretdir. Yâni Acemler, Fars ırkını ve Farslığı korumak için, Şiîliği bir zırh olarak kullanmakdadırlar…

Oğuz Beyefendi; Türkçe’nin, Türk millî kültürünün ve Türk Milleti’nin bu konudaki kaybı sâdece Mevlânâ’dan ibâret değildir. Medresenin dîn ile dili karışdırarak Arapça’ya bir kudsiyet ve mubâreklik vermesi; bizim ilim, fikir, şiir, dil ve edebiyât sâhasındaki birçok dâhîmizi bizden kopararak alıp götürmüşdür. Meselâ, bizim, “Zemahşerî” unvâniyle anılan ünlü bir ceddimiz vardır. Atalar yurdumuzun bir bölgesi olan Hârezm’in “Zemahşer Kasabası”nda doğup büyümüşdür. Kendisi, asırlardır ve bugün, Arap dili ve edebiyâtının en önde gelen otoritelerinden biridir. Öyle ki, Arap dili ve edebiyâtı konusunda, onun herhangi bir sözü, âdetâ akan suları durdurur, onun sözünün üzerine daha söz söylenmez. Hepsi de Arapça yazılmış olmak üzere; tefsîr, dil, gramer, fesâhat-belâğat, edebî sanatlar,… konusunda pek çok eseri vardır ve her biri, Arap dilinin hakîkaten birer şâheseridir. Bu ulu ceddimizin, başda ünlü tefsîri Keşşâf olmak üzere, kütüphânemde mevcut eserlerini hep hayıflanarak okurum.

İşte bu büyük Türk, hacc münâsebetiyle gitdiği ve bir müddet kaldığı Mekke’de, bir ara, devrin çevredeki Arap âlim, edîp, şâir ve yazarlarını etrâfına toplayarak onlara hıtâben şöyle diyor:

- Gelin, size atalarınızın dilini öğreteyim!...

Şimdi, bir Türk olarak nasıl dövünmez, nasıl eseflenmezsiniz! Düşünün bir kerre! Ana dili Türkçe olan bir kişi, devrin Arap edîp, âlim, şâir ve yazarlarına, atalarının dilini öğretmek istediğini söylüyor. Bu söz, onun, Arap dilini devrin Arap edîp, âlim, şâir ve yazarlarından daha iyi bildiğini gösterir. Bu bir dehâdır. Bu dâhî Türk, Arapça yerine kendi ana dili Türkçe’ye omuz verseydi, bugün, bin küsûr yıl öncesinden Türkçe’mizin de şâheserleri bulunmayacak mıydı?

Şimdi gelelim, meselenin bugünkü boyutuna:

Türkiye Cumhuriyeti Türklüğü, bir müddetden beri, misli görülmemiş ve cıhan çapında bir sû-i kasd hareketiyle karşı karşıyadır. Bu, ana dili Türkçe olan Türk evlâdlarına, sömürgeci haçlıların diliyle eğitim-öğretim yapdırılmasıdır. Dışarıdan tezgâhlanan ve içerideki dönme-devşirme torunları ve sömürge aydını kafalı bazı yöneticilerce yürütülen bu sû-i kasd hareketiyle, Türk Milleti’nin yeni nesillerinin beyinleri mantarlaşdırılmakda, morfinlenmekde, dolayısıyle çalışamaz, fikir üretemez ve meselelere çözüm getiremez duruma düşürülmekdedir. Bunu îzâh edelim:

- İnsan beyni, hârika bir îmâlât makinesi, bir îmâlât âletidir. Îmâl etdiği şey de fikirdir, meselelere çözümdür. Beyin, bu îmâlât işini, dil ile ve dilin kelimeleriyle, fakat münhasıran ve sâdece, kişinin kendi ana dili ve ana dilinin kelimeleriyle yapabilir. Hiçbir insan beyni, ana dilinin dışındaki bir dille ve o dilin kelimeleriyle îmâlât yapamaz. Buna göre, beynin îmâlât malzemesi, münhasıran ve sâdece kişinin ana dili ve onun kelimeleridir. Şu hâlde, kişinin beyninin îmâlât yapabilmesi yâni fikir üretip meselelere çözüm getirebilmesi için, onun kendi ana dilini olabildiğince iyi bilmesi gerekir. Çünkü îmâlâtı onunla yapacakdır. Bir kişi, kendi ana dilini ne nisbetde biliyorsa, o nisbetde fikir üretme ve meselelere çözüm bulma imkânına sâhipdir. Ana dilini çaycı Ali dayı da bilir, falan ilim adamı da. Fakat arada nisbet farkı bulunduğu için, çaycı Ali dayı, o ilim adamının sâhip bulunduğu fikir üretme imkânına sâhip değildir.

Beynin fikir îmâlâtında kullandığı temel malzeme, kişinin ana dilinin kelimeleridir. Bu ba-kımdan, kişi, kelime hazînesinin zenginliği nisbetinde fikir îmâl etme ve meselelere çözüm bulma imkân ve kabiliyetine sâhipdir. Üç-beş yüz kelimelik, hattâ üç-beş bin kelimelik kabîle dilleri ile, büyük çapda fikir îmâlâtı yapılamaz. Aynı şekilde, kişinin ana dilinin kelime hazînesi ne nisbetde zengin olursa olsun, o, o zengin kelime hazînesinden ancak kullanabildiği kelime nisbetinde fikir îmâlâtı yapabilir. Çaycı Ali dayının ana dili Türkçe’nin, sayısı yüz binleri bulan kelimesi vardır. Fakat bizim Ali dayı, o yüz binlerden ancak üç-beş yüzünü kullanabilir. Bu sebeple, onun beyninin fikir îmâlâtı, o üç-beş yüz kelimenin çerçevesini aşamaz.

Şimdi, bütün bu husûslar için bir de müşahhas birer misâl verelim:

- Kendinize saray gibi güzel bir ev yapmak istiyorsunuz. Ancak, malzeme olarak, ortada sâdece bir moloz yığını, bir mıkdâr taş-tuğla, bir mıkdâr da işlenmemiş mobilya malzemesi var. Bu malzeme ile kendinize ancak bir kulübe veya bir gecekondu yapabilirsiniz!...

- Yine, meselâ, mutfağınıza girip kendinize çorbasıyle, kebabıyle, sebzesiyle, baklavasıyle, hoşafıyle,… mükellef bir ziyâfet hazırlamak istiyorsunuz. Fakat kilerinizde sâdece bir mıkdâr un, bir mıkdâr tuz, biraz da ıvır-zıvır malzeme var. Bu malzeme ile kendinize ancak bir bulamaç, belki bir de gözleme yapabilirsiniz!...

Hâlbuki ev misâlinde, elinizde; işlenmiş mermeriyle, fayansıyle, tuğlası-kiremidiyle, yine işlenmiş mobilyasıyle her türlü malzeme bulunsaydı, hayâl etdiğiniz o saray gibi evi yapabilirdiniz. Mükellef ziyâfet misâlinde de, kişinin emeline kavuşması, ancak gerekli temel malzemelere sâhip olmakla mümkün. Aksi hâlde, gerekli temel malzemeye ne nisbetde sâhipse, emeline de o nisbetde kavuşabilir.

Bu misâller, beyinlerin fikir üretimi konusunda da aynen geçerlidir. Biraz önce, “Beyinler, fikir îmâlâtını yâni fikir üretimini münhasıran ve sâdece, kişinin kendi ana diliyle yapabilir” demişdik. Fikir üretiminde beynin muhtâç olduğu temel malzeme, dilin kelimeleri ve bir de dile hâkimiyetdir. Nasıl ki, kişi, ev meselesinde, ortada mevcut malzemeye göre ev yapabiliyor; ziyâfet meselesinde de kilerdeki malzemeye göre ziyâfet hazırlayabiliyorsa, aynen bunun gibi, fikir üretiminde de, dildeki hâkimiyetine ve sâhip bulunduğu kelime hazînesine göre fikir üretebilir ve meselelere çözüm getirebilir. Şu husûsun da unutulmaması gerekir:

- Saray gibi ev yapmak veya mükellef ziyâfet hazırlamak için, temel malzemelerin mevcûdiyeti şart olmakla berâber, fiilen harekete geçilip gereği yapılmadıkça, ev veya ziyâfet, kendiliğinden meydana gelmez. Aynen bunun gibi, fikir üretiminde de, sırf temel malzeme olan kelime hazînesi ile dil hâkimiyetine sâhip bulunmakla fikir ürünü kendiliğinden hâsıl olmaz. Ayrıca, beynin çalışdırılması da gerekir. Nitekim, biz de dâhil, birçok konularda geri kalmış ülkeler insanları, dilde az-çok temel malzemelere sâhip bulunmalarına rağmen, beyinlerini çalışdırmadıkları için, fikir üretiminde kayda değer bir varlık gösterememekdedirler…

Bütün bu açıklamalarla, kişinin, münhasıran ve ancak kendi ana diliyle fikir üretimi yapabileceği, bunun temel malzemesinin de dilin kelimeleri ve dile hâkimiyet olduğu açıkca ortaya çıkdı. Şimdi de o temel malzemelere tam olarak ne sûretle sâhip olunabileceği husûsunu görelim. Bunun şaşmaz tek yolu, milletin evlâdlarının, kendi ana dilleriyle çok iyi ve seviyeli bir eğitim-öğretim görmüş olmalarıdır. Eğer evlâdlarımızın haysiyetli, şahsiyetli, kişilikli, beynini çalışdırarak fikir üretimi yapabilen ve meselelere çözüm getirebilen birer insan olmalarını istiyorsak onları mutlaka ve behemehâl, kendi ana dilleriyle yâni Türkçe ile yapılan seviyeli bir eğitimden geçirmeliyiz. Yabancı dille eğitim onlara, bu nitelikleri kazanma yolunu kesinlikle kapatır. Belki, sömürgecinin dilini tarzanca da olsa biraz öğrenebilir. Fakat, insan olmanın belki de birinci husûsiyeti olan beyin çalışdırma ve fikir üretme nîmeti kendisine ebediyyen kapanabilir…

Maal’esef, ülkemizde, Gâzî Mustafa Kemâl Paşa’dan sonra yönetimde insiyatif; dönme-devşirme torunları ile sömürge aydını kafalılar ve kolay çözümcüler üçlüsünün eline geçmişdir. Dönme- devşirme torunları, Türk Milleti’nin ve Türklüğün aleyhine olan her harekete bilinçli-şuûrlu olarak katılırlar. Türk’ün lehine olabilecek her millî hareketin de dâimâ karşısında yer alırlar. Vaktiyle, haçlı sömürgeciler, Afrika’nın nerdeyse tamâmını, Asya’nın da birçok ülkesini işgâl ederek mâddî servetlerini sömürmüşler; başda dilleri, dînleri ve millî kültürleri olmak üzere, ma’nevî değerlerinin birçoğunu da yok etmişlerdir. Meselâ açdıkları okullarda, sömürdükleri ülke insanlarının çocuklarına kendi sömürgeci dilleriyle eğitim-öğretim yapdırmışlardır. Böylece, bir müddet sonra, kendi dilinden, kendi dîninden, kendi kültüründen ve kendi millî kişiliğinden yoksun kalan nesiller, sömürgeci karşısında tam bir aşağılık duygusu içine düşmüşdür. Bunun netîcesi de, sömürgeciyi dâimâ efendi ve üstün insan, kendisini ise aşağı yaratılışda insan olarak görmeğe başlamışdır. Sonunda, o ülkelerin okumuşlarının kafasında şu kanâat ve inanç iyice yer etmişdir:

- Üstün insan olan beyaz adamın, yâni batılının, yâni haçlı sömürgecinin görüşü-fikri ve düşüncesi de üstündür. Binâen’aleyh, doğru olan, onun dediğini yapmakdır.

İşte biz, ülkelerin, kafaları bu noktaya getirilmiş okumuşlarına “sömürge aydını” deriz. Sömürge aydınının kafası, aklı ve beyni, sömürgecinin her dediğine hemen yatar. Ülkemizde, bu sömürge aydını kafalı kişiler pek mebzûldür. Hem de boy boy, düzine düzinedir…

Mekânı Cennet olası Gâzî Mustafa Kemâl Paşa, sömürgeci haçlıların diliyle eğitim veren okulların birçoğunu kapatmış, onların, Türk Milleti’nin evlâdlarının beyinlerini sömürgeleşdirme hareketinin önünü kesmişdi. Onun ölümünden kısa bir müddet sonra, bizim kolay çözümcü bazı yöneticilerimizle sömürge aydını kafalı okumuşlarımız, haçlıların telkînleriyle, yabancı dille yâni haçlı sömürgecilerin diliyle eğitimi yeniden başlatdılar. Bu iş öyle hızlı gitdi ki, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Anadolu Liseleri,… derken, sömürgecinin dilini Ana Okullarına kadar sokdular. Bugün, o esrârengiz, mubârek ve muhteşem dilimiz Türkçe ile eğitim veren mektep sayısı pek az kaldı sanıyorum.

1960’larda Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde rektör olan bir dönme-devşirme torunu, “50 sene içinde, Türkçe, eğitim dili olmakdan çıkar” demişdi. 1990’lara gelindiğinde, YÖK’ün başındaki bir başka dönme-devşirme torunu da, “Türkçe, eğitim dili olamaz. Zîrâ Türkçe, kelime hazînesi bakımından zayıf bir dildir” demişdi. Dilimizi îdam sehpâsına çıkarmağa karâr vermiş bu iki dönme-devşirme torunu, 1960’lardan 2000’lere kadar siyâsetde rol almış, başbakan-cumhurbaşkanı olmuş ve siyâset hayâtına ilk defa yalancılığı sokmuş ma’lum ve ma’hûd zâtın en mûteber ve en makbul adamlarıydılar. Öyle ki, “Türkçe, eğitim dili olamaz” diyen o dönme-devşirme torununu kulağından tutup YÖK başkanlığından hemen atacağı yerde, ikinci defa başkanlığa getirmişdi. Türklük aleyhine bütün bu olup bitenler karşısında kimseden ses çıkmayınca, insan, gayr-i ihtiyârî bazen şöyle düşünüyor:

- Türkiye, herhalde; millî eğitimi, üniversitesi ve siyâsetçi yöneticisiyle, Türk olmayanların hâkimiyetinde. Bu ülkenin sâhibi Türkler, herhalde topyekûn millî hâfızalarını yitirerek mankurtlaşmış durumda!...

Bizim, sömürgecinin diliyle verilen eğitimin, Türk Milleti’nin evlâdlarının beyinlerini mantarlaşdırıp fikir üretimi yapamayacak duruma düşürdüğü husûsundaki bu beyânlarımıza aklî-mantıkî cevap veremeyen kolay çözümcüler ve bilhâssa sömürge aydını takımı, mugâlataya ve demagojiye sığınarak şöyle diyorlar:

- Çocuklarımıza yabancı dil öğretmeyelim mi?...

Hani, Türkçe’mizde bir söz vardır, “Men çe gûyem, tamburam çe gûyed-Ben ne söylüyorum, tamburam ne çalıyor!” der. Biz ne söylüyoruz, kolay çözümcü ile, sömürge aydını kafalı okumuş ne karşılık veriyor. Bunca konuşma esnâsında yabancı dil öğrenme veya öğretme aleyhinde bir tek söz etdik mi? Biz, bir milletin evlâdları için yabancı dil öğrenmenin veya öğretmenin zararlı veya felâket olduğunu söylemiyoruz. Sâdece, yabancı dil ile yâni çocuklarımızın ana dili olan Türkçe’den başka bir dil ile öğretim-eğitim görmelerinin zararlı ve felâket olduğunu söylüyoruz. İşte ben, üç yabancı dil biliyorum. Ve, o dillerin, benim ufkumu ne derece açdığının da farkındayım. Hattâ zaman zaman, keşki, bir-iki yabancı dil daha bilmiş olsaydım diye hayıflandığım olur. Evet, üç yabancı dil biliyorum. Fakat bu dillerin hiçbirini o dilde eğitim görerek öğrenmedim. Yabancı dil öğrenmek veya öğretmek ayrı şey, o dille eğitim-öğretim vermek ayrı şey. Siz dil mi öğretiyorsunuz, eğitim mi veriyorsunuz? Yabancı dil, dünyâca herkesin bildiği belli usûllerle öğrenilir veya öğretilir. İngilizler, çocuklarına Fransızca’yı Fransızca eğitim-öğretim vererek mi öğretiyorlar? Veya, Fransızlar İngilizce’yi çocuklarına İngilizce eğitimle mi öğretiyorlar? Ruslar, çocuklarına İngilizce veya Fransızca eğitim vererek mi İngilizce veya Fransızca öğretiyorlar. Bunların hiçbiri değil. Her millet, çocuklarının eğitim-öğretimini kendi ana dilleriyle veriyor. Dünyâca bilinen, yabancı dil öğrenme yöntem ve usûlleriyle de yabancı dilleri öğretiyor.

Biraz önce, Atatürk’ün vefâtından sonra ülke yönetiminde insiyatifin dönme-devşirme torunları ile kolay çözümcülerin ve sömürge aydını kafalı okumuşların eline geçdiğini ifâde etmişdik. Dönme-devşirme torunları, cibilliyetlerinin îcâbı, Türk’ün lehine olabilecek hiçbir icrâatda yer almak istemezler. Kolay çözümcülerin, Türk’e karşı herhangi bir garazları yokdur. Ne var ki, Allah’ın insanoğluna muhteşem bir bahşişi olan akıl, mantık, muhâkeme ve tefekkür nîmetini hiç kullanmadan hemen işe girişirler. Yapacakları işin sonunun faydalı mı yoksa zararlı mı olacağını hiç mi hiç düşünmezler.

Bunlar, işte, ismi üstünde “kolay çözümcüler”dir. Her meseleyi, hiç düşünüp-taşınmadan hemen kolayca çözüverdiklerini sanırlar. Sömürge aydını kafalı okumuşlara gelince, onların beyin antenleri, dâimâ batılı haçlı sömürgecilerden gelecek telkînlere ayarlıdır. Onun için, hep, oradan gelen telkînler istikametinde icrâatda ve uygulamalarda bulunurlar. Meselâ, Türklüğe büyük sû-i kasdlar cümlesinden olan doğum kontrolü ve nüfûs artışını durdurma pilânı ile, yabancı dilde eğitim-öğretim projesi, bizim sömürge aydını kafalı bir kısım yöneticilere batılı haçlı sömürgeciler tarafından telkîn edilmiş, onlar da işin sonunun nereye varacağını hiç düşünmeden hemen uygulamaya koymuşlardır. Bizim sömürge aydını kafalı okumuşların beyin antenlerinin, dâimâ kendi telkînleri istikametine dönük olduğunu iyi bilen sömürgeci kurnaz haçlılar, nüfûs artışını durdurma ve yabancı dille eğitim bahsinde demişlerdir ki:

- Eğer doğum kontrolü yapar ve nüfûsunuzun artışını durdurursanız çabuk kalkınırsınız. Çocuklarınıza, teknikde-teknolojide ileri ülkelerin diliyle eğitim verirseniz, ülkeniz çabucak, sanâyî ve teknolojide gelişmiş ülkelerin seviyesine erişir!...

İşte bizim kolay çözümcü takımı ile sömürge aydını kafalı okumuşlar, batılı sömürgecilerin bu telkînlerini, getirecekleri sonuçları hiç düşünmeden hemen uygulamaya koymuşlardır. Böylece, batılı sömürgeci haçlı, iki korkudan kurtulmuş ve biraz râhatlamışdır. Sömürgecinin en büyük korkularından biri, Türk’ün çoğalması yâni nüfûsunun artmasıydı. Diğeri de, bu artan nüfûsa muvâzî ( = paralel ) olarak sanâyi ve teknolojide kalkınmış bir ülke hâline gelmesiydi. Sömürgeci, bizim sömürge aydını kafalı okumuşlara yapdığı telkînlerle her iki husûsu da önlemiş ve murâdına ermişdir…

Bizim kolay çözümcü takımı ile sömürge aydını kafalı okumuş, düşünmez veya düşünemez ki, bir millet veya bir devlet için nüfûs, düşmanlara karşı en başda gelen güçlülük kaynaklarından biridir. Onun içindir ki, sömürgeciler, bir tarafdan bize, nüfûs artışını durdurmamızı telkîn ederlerken, diğer tarafda, kendi nüfûslarını artırmak için, akla-hayâle gelen her yol ve çâreye başvurmakdadırlar. Yine, eğer bir milletin evlâdlarına, sanâyi ve teknolojide gelişmiş ülkelerin dillerini öğretmek veya o dillerde eğitim vermekle o millet çabucak kalkınabilecek olsaydı, Afrika kıtasında ve Asya’nın bazı bölgelerinde bulunan bir kısım milletler, bugün, sanâyi ve teknolojide gelişmiş batılı haçlı sömürgecilerle fezâya gitme yarışına girerlerdi. Zîrâ, bugün, bahis konusu o ülkelerin hemen hemen bütün fertleri, sömürgecinin dilini hem bilmekde hem de konuşmakdadır. Hem de bülbül gibi. Buna rağmen, bugün yeryüzünde mevcut milletler arasında, sanâyi ve teknolojide hiçbir varlık gösterememekde, üstelik, kendilerinin mâddî servetlerini sömüren ve her türlü millî değerlerini yok eden haçlı sömürgecilerce insan yerine de konmamakdadırlar…

Oğuz Beyefendi, sizi epeyce yorduğumun farkındayım. Bu konuda sâatlerce değil günlerce konuşsak, söylenecek sözler yine de bitmez. Şimdi, müsâadenizle, meselenin özünü bir cümlede toplayıp, çocukluk yıllarımda köyümüzün ihtiyârlarından dinlediğim bir karga hikâyesini de anlatarak bu konudaki sözü noktalamak istiyorum. Yabancı dille eğitim-öğretim, tek cümle ile, Türk Milleti’nin yeni nesillerinin beyinlerini mantarlaşdırma-morfinleme ve onları fikir üretimi yapamaz hâle getirme hareketidir!...

Karga hikâyesine gelince, bu, kendilerine sömürgecinin diliyle zorla eğitim-öğretim yapdırılan tâlihsiz gençlerimizin yürekler acısı durumuna “cuk!” diye oturduğu için üzerinde durulmağa değer. Bilirsiniz, karga, “lop, lop!” diye zıplayarak yürür veya koşar. Çocukluğumda, bizim köyün, rûhlarına rahmet olası ihtiyârlarının anlatdığına göre, karganın önceleri oldukça güzel-hoş bir yürüyüşü varmış. Günlerden bir gün, sekerek koşan kekliği görmüş ve onun sekişine bayılmış. Kendisi de kekliğin yürüyüşü ( sekişi ) gibi yürümeğe karâr vermiş ve başlamış onun sekişi gibi sekme hareketleri yapmağa. Fakat ne kadar uğraşdıysa, bir türlü becerememiş. Sonunda, yine kendi yürüyüşüne dönmeğe karâr vermiş. Ne var ki, uzun süren keklik yürüyüşü ( sekişi ) denemeleri esnâsında kendi yürüyüşünü unutmuş olduğu için ona da dönememiş ve başlamış bugünkü gibi lop, lop zıplamağa!...

Şimdi, sömürgecinin diliyle eğitim gören bizim bedbaht gençlerimiz, o dili, Afrika’daki sö-mürge halkı misâli bülbül gibi konuşuyor dahi olsa onunla fikir üretimi yapamayacakdır. Zîrâ beyinler, her türlü düşünce ve fikir üretimini sâdece ve münhasıran, kişinin ana diliyle yapabilmekdedir. Dönüp kendi ana diliyle de yapamayacakdır. Zîrâ, öğrenimini yabancı dille gördüğü için, kendi dilini de hakkıyle öğrenememişdir. Bu durumda, hayâtda ona, haçlı sömürgecilere tercümanlık veya acenta me’murluğu yapmak düşecekdir…

- Efendim, Yûnus felsefesini özümseyen ve bu felsefenin oluşdurduğu karakter kalıbı ölçüleri içerisinde hareket eden insanlarımızdan meydana gelen toplumun bize kazandıracakları hakkında neler söylemek istersiniz?

Oğuz Beyefendi, öyle bir soru sordunuz ki, enine-boyuna tam cevâbını vermek istersek, kocaman bir eser yazmamız lâzım. Cidden, öylesine derinlikli bir soru. Böyle olmakla berâber, cevâp vermeden de geçemeyeceğimize göre, özetin de özeti olarak ifâde edeyim:

- Kâinâtda muhteşem bir düzen, nizâm-intizâm ve âhenk vardır. Ona bu düzen ve nizâmı veren, bizzât “ilâhî irâde”dir. İlâhî irâde, kâinâta bu pürüzsüz nizâm-intizâm ve düzeni verirken, onun nizâm-intizâm ve düzen içinde pürüzsüz çalışmasını hedef almışdır. Gerçekden, insanoğlunun düzen bozucu hareketleri olmadıkça, ilâhî irâdenin koymuş olduğu bu nizâm-intizâm ve düzen, dâimî bir âhenk içinde ve pürüzsüz olarak işlemekdedir. Fakat ilginçdir, insanoğlu, bizzât Yaratan’ın ifâdesiyle, yaratılmışların birçoklarının en üstünü ve en şereflisi olmasına rağmen, kâinâtda nizâm-intizâm ve düzen bozucu yegâne varlık da hemen hemen odur. Cenâb-ı Hak, dünyâda nizâm-intizâm ve düzen bozuculuğu yapmaması husûsunda insanoğlunu uyarmak için peygamberler ve kitaplar gönderir. Farkında iseniz, Kur’ân-ı Kerîm, insanoğlunun târih boyunca yapdığı ve günümüzde de yapmakda olduğu nizâm-intizâm ve düzen bozgunculuklarını dile getirmekde ve şiddetle kötülemekdedir. Diyebiliriz ki, insanoğlunun elindeki ilâhî kitap yâni Kur’ân-ı Kerîm; hayâtın düzenini, nizâm-intizâmını, âhengini, huzûrunu,… koruma kılavuzudur. Tabîî, netîce alınabilmesi yâni ilâhî nizâm-intizâm ve düzenin pürüzsüz korunabilmesi, insanların o kılavuzdaki düstûrlara uymasına bağlıdır.

Yûnus, deyişlerinde, umûmiyetle kâinâtda mevcut o ilâhî nizâm-intizâm ve düzeni terennüm eder ve düzen bozucu fiil, hareket ve davranışlardan kaçınılmasını ister. Siz, Yûnus felsefesini özümseyen ferdlerden meydana gelen bir toplumun bize neler kazandıracağını sormuşdunuz. İşte gördüğünüz gibi, Yûnus felsefesini özümseyen fertlerden meydana gelen bir toplumun bize kazandırdığı; hayâtda âhenk, düzen, nizâm-intizâm ve huzûrdur!...

- Efendim, son olarak, hâlen gün ışığına çıkmayı bekleyen dev eserinizden söz eder misiniz?

- Oğuz Beyefendi, “Yûnus Emre Ve Deyişleri” adıyle yayına hazırladığımız 7 cildlik bu dev eser, benim kırk yıllık emeğimin mahsûlü ve hayâtımın özüdür. Diyebilirim ki, daha önceleri çıkmış ve nâçîz şahsımızın imzâsını taşıyan te’lîf-tercüme, otuz civârında eser bir yana, bu bir yana. Yûnus’un 1000 ( bin ) cıvârında şiirini ihtivâ eden bu eseri hazırlarken, başlıca iki temel husûsu göz önünde bulundurduk. Bunlardan biri, şiirlerin, imkân nisbetinde doğru ve eksiksiz olarak tesbîtiydi. Bunu, kütüphânelerde mevcud şiirleri, karşılaşdırmalı taramadan geçirerek yapmağa çalışdık. İkinci husûs da, Türkçe’nin zengin kelime hazînesinin gün ışığına çıkarılmasıydı. Bizce, bu ikinci husûs, birinciden daha az ehemmiyetli değildi. Zîrâ, son yarım asır içinde Türkçe’nin kelime hazînesine ağır darbeler vurulmuş, dilimiz âdetâ bir kabîle dili durumuna düşürülmüşdü. Biz bu vahim durumu göz önünde bulundurarak, her şiirin hemen altına “Kelimeler-Açıklamalar” başlığını atdık ve, o başlık altında, Türkçe’mizin zengin kelime hazînesini gözler önüne sermeğe çalışdık. Hiçbir mubâlağa duygusuna kapılmadan ifâde edeyim ki, bu çalışmamız, tam bir millî dil ve millî kültür hâdisesidir!...


Yorumlar - Yorum Yaz
Köşe Yazıları